1 Nisan 2015 Çarşamba

Edebiyat Tarihinde Esirlik Teması

  Türk Edebiyat tarihinde esirlik teminin işlenişi romantik öğeleri bakımından yeni bir konu değildir. Bu konu, şark hikâye ve masalını öteden beri beslemişti. “ Bin bir Gece” başta olmak üzere şark hikâye ve masallarının çoğunda, pazardan alınan esir veya ayrıldığı sevgiliyi bulmak için kendisini cariye gibi satılığa çıkaran sultanlar vardır. Bu kadar zengin ve hüzünlü tarafı bulunan böyle bir konu, bu kadar yerli ve köklü imkânı ilk hikâyecilerimiz kaçırmayacaktı. Kaldı ki, hayatta mevcuttu. İlk ve acele denemeler onlarla yapıldı. “Müsameretname”de , “ Letaif-i rivayat” da, “İntibah”da, “Sergüzeşt”’te, “Zehra” da esir kadın veya erkek hikâyesi daima vardır. Bu, ancak Edebiyat-ı Cedide romanıyla ön safhadan çekilir. “Aşk-ı Memnu” nun Beşir’i, bu romanın Boğaziçi ferisinde, tıpkı bazı Rönesans tablolarındaki egzotik çehreler gibi görünür. Hiçbir şey, onun bu romanda ölüşü kadar anlamlı olamaz. Öyle ki, Halid Ziya’nın sanatında bu ölüm yazarın toplum hayatındaki önemli bir parçası için bulabildiği tek semboldür denebilir. Çünkü bu dönem esirlik kurumunun da son safhalarının yaşandığı zamanlardır. [1]

   Tanzimat romanında çok sık rastlanan bu tema sosyal bir problem olarak değil, daha çok romantik ve melankolik bir duygunun temeli olarak işlenmiştir. Ancak bu durumda dahi çizilen karakterlerin canlılığı ve tanıklığı tarihi belgelerde rastlamakta güçlük çektiğimiz bazı detayları, toplumsal yaşamın ve dönüşümünün, izlenebilmesi açısından önemli tanıklıklar sunmaktadırlar. Örneğin Halit Ziya’nın hikâyelerinde “Babası tutmak”, “Borusu tutmak”, teriminin canlı bir tasviri “Dilhoş Dadı” adlı hikâyede canlandırılmaktadır. Özellikle, Reşat Nuri Güntekin’in “ Miskinler Tekkesi” adlı eserinde de İzmir zencilerinin yaşam biçimleri ve Dana Bayramı ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Romancılarımızın bu konuyu ele alış biçimleri de tarihi gelişmelerin paralelinde ilerlemektedir. Esirliğin, Amerika’daki, Rusya’daki esirlik kurumuyla karşılaştırılarak tartışılması da gözde bir bakış açısını oluşturuyor.[2] Dadıların, Cariyelerin, Halayıkların aile içindeki yerleri de, kendi hayatlarından bildikleri yakın tanıklıkları dolayısıyla canlı bir şekilde tasvir edilmiş olması da önemlidir. Tüm bunların arasında Sergüzeşt, klasik bir çerçeve öykü üzerinde kurgulanmış olmasına karşın, eleştirel yaklaşımların dozunu artırması ve esirlerin iç dünyalarındaki özlemlerini yansıtması, esirlik kurumunun çeşitli elamanlarını ortaya koyması açısından da önemlidir. Bu yüzden bu kitabın üzerinde özellikle, ayrıntılı bir şekilde durulmuştur.
   Afrikalı köleliğin ve köle ticaretinin mirası olarak, biz bu romanlardan örnek karakter suretlerini takip ederken, kısaca, Afrikalı ve Afrika karakterlerinin, Osmanlı’daki yaşamlarına da tanıklık etmiş oluyoruz.



[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1985
 s: 291, 292
[2]  Okay, Orhan; Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat, Baylan matbaası, 1975, s: 157,158

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder