30 Mart 2015 Pazartesi

Sergüzeşt'de Bir Harem Ağasının Duyguları




  Dilber ile Celal’in aşkı, evin hanımı tarafından öğrenilince başlarına gelenlerin sonrasında, artık Celal’in ağzından esirlik kurumuna en ağır hakaretler yapılmaya başlanacaktır. Dilber bu sefer bir esirci kadına tekrar satılacaktır. Oradan da Mısır’a, Karun kadar zengin bir paşanın konağına doğru serüven devam edecektir. Osmanlı köle ticaretinin Mısır’la olan bağlantısı da bu şekilde vurgulanırken, Nil’in sularında son bulan Dilber’in hayat hikâyesiyle de yazar yine Hürriyet sorunlarının farklı yönlerini de belirtmeye devam etmektedir. Dilberin satıldığını anlayan Celal bilinen esirci kadınları dolaşmaya başlar ve bir esirci kadına Celal’in öfkesi şöyle yansır:
“ seni alçak karı seni!...Seni İnsanlık haini!...İnsanlığın yüz karası!..Seni insan tüccarı seni!...Elalemin evlatlarını birkaç kuruş kazanacağım diye, hayvanlar gibi alır, satarsın…Yıkıl karşımdan!..cehennem ol…Kadın olmasaydın Tanrı hakkı için seni şimdi şuracıkta elimle boğardım…diye tartaklamaya başladı…”


Mısır’da haremağası olan Cevher Ağa’nın iç dünyasından örneklerle, hadımların dünyası:
“…salonun en ziyade neşe ve sevince boğulduğu bir sırada deminki harem ağasının –haydi ismini söyleyelim- Cevher Ağa’nın zihninden bilmem neler geçiyordu ki yüzü, fırtınalı karanlık bir gece gibi karmakarışık olmuş, gözleri şimşek şimşek çakıyor; galiba zenci olduğu ve tabiatiyle erkeklikten ebediyen mahrum bir adam olduğu için Sudanlılar’a lanet ediyordu…

   Zavallı Cevher!... Tabiatı heyecanlandıracak bir yeşillik, üzerinde cıvıl cıvıl kuşlar ötüşen bir ağaç gölgeliğinde oturup türkü söyliyecek serin bir su kenarı bulunmayan, fakat her şeye rağmen yine de vatanı olan çöllerden seni koparıp almışlar; çağıl çağıl akan suları, lacivert göklere doğru boy vermiş yemyeşil ağaçlarla çevrili, içi her renkte, her kokuda binbir türlü çiçeklerle dolu bir bahçenin içine, kanatları kesilerek koyuverilen bir kuş gibi salıvermişler; daima kurak, daima yakıcı bir güneşin altında kül olmuş Sudan’ın toprakları üzerinden alıp Mısır’ın bu mükellef salonlarına getirmişlerdi…Hem de nasıl bir vazifeyle, o kuş, o bahçede, üzerinden süzülüp geçen..bulutlara, kanat çırparak uçuşan öteki serbest kuşlara, etrafındaki yemyeşil ağaçlara nasıl derin bir özlemle bakarsa, zavallı Cevher’de, nurlara gark olmuş bu salonlara, her biri başka alemden inmiş melekler kadar güzel bu güzel kızlara öyle yakıcı bir bakışla bakıyordu…O kuş, başının üstünde gördüğü uçsuz bucaksız göklere doğru yükselmek isteyip de, kanatsızlığını anladığı zaman nasıl bir ıstırap duyarsa, erkeklikten ebediyen yoksun bırakılan bu zavallı adam da, güzel bir kızın semaları alan engin manalı, derin mavi gözleriyle karşılaşınca cehennemi bir yoksunluk ateşi içinde öylece kıvranır dururdu.”[1]


 Cevher’in ağzından özlemleri

“…Ben de sana memleketimin yakılı güneşinden, Sahra’nın yırtıcı aslanlarından beni kurtaran anneciğimin zayıf kolları arasında ne kadar bahtiyar olduğumu, ne mesut günler geçirdiğimi, Sahranın o aydınlık gecelerinde, mahzun mahzun şarkı söyleyerek, başlarındaki testilerle su almaya gelen kızların, tatlı akisleri hala kulaklarımda çınlayan berrak seslerini anlatayım..Ah!..Sen bilmezsin. Ben, Sahra’nın perileri olan bu kızlardan daha güzel bir yaratığın dünyada mevcut olmadığını sanırdım. ..O ateşli Sahra’da bu gölgeli çehreler bana ne kadar hoş gelirdi…Her canlıyı vaktinden önce, her eşyayı, olduğundan ziyade büyüten Afrika, çocukken bende de mahiyetini henüz kavrayamadığım bir takım duygular uyandırmıştı…Çölün kıvırcık saçlı, saf ve masum kızlarını düşünerek ara sıra kendi kendime derdim ki: sarmaşıklar gibi bir kere sarıldığı kalbi bir daha bırakmayan bu kıvırcık saçlar pek tehlikeli…Ah! Ne bileyim?..Gökyüzünde uçuştuklarını işittiğim melekleri bile ben siyah sanırdım..” [2]    



[1] age, s: 129,130
[2] age, s:132sergüzeşt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder