Dilhoş Dadı, adlı hikâyesi Halit Ziya’nın Hepsinden Acı, adlı
kitabındaki anısal öykülerinden birisidir. Dilhoş Dadı, Halit Ziya’nın en
sevdiği dadılarından birisi olduğu için onun hikâyesini de yazmış.
“ ...Yanılmıyorsam, ben on ikisine
gelmiştim; ayrı bir odam vardı ve burada artık yalnız yatıyordum. Ancak, ara
sıra kapının açıldığını, ya annemin ya da dadımın hayalinin yatağımın üstüne
eğilerek iyi örtünüp örtünmediğime güven duymak istediğini sezerdim.
Bir
gece yeni dalmıştım. Uykumun arasında yine bir görüntünün yatağıma eğildiğini
sezdim. Ama bu, ne annem, ne de dadımdı. Birden ürkerek fırladım ve yatağımda
oturdum. Bu amcalarımdan biriydi. ‘ Gel bak’ dedi, ‘ Dadının borusu tutmuş..’
Yataktan atladım ve terliklerimi giymeye zaman bulamadan yalınayak
amcamın arkasından fırladım. Dilhoş Dadı’nın odasına kadar gittik... Nerdeyse
tüm ev halkı orada, çakıl taşı döşeli bir yola açılan oda kapısının önünde
birikmişti. Hiç kimse içeri girme yürekliliğini gösteremiyordu. Yalnız, büyük
amcalarımdan biri, onun yatağının yanında, başını okşayarak, tatlılaştırmaya
çalıştığı bir sesle, acı çeken hasta bir çocukla konuşur gibi, Dilhoş Dadı’yı
yatıştırmaya çalışıyordu.
Anımda o kadar canlılık ve bütünlük var ki, bugün o görünümü tüm
çizgileriyle, en küçük ayrıntılarına kadar yazabilirim.
Kapıda birikmiş başların kaygılı öğrenme isteği, irili ufaklı yüzlerin
şaşkınlık ve korkusu; ötede, yatağın yanında büyük amcamın bu olay nedeniyle
yerine getirilen görevin önem ve büyüklüğünden doğan gereğinden fazla ağırbaşlı
ve yapmacık duruşu, üstelik sesinin şaşılacak bir güce karşı konuşurmuşçasına,
biraz tantanalı, biraz gösterişli ezgileri... Tüm bu şeyler, bütünüyle
bilincimin içindedir. Sonra hepsinden çok dadımın durumu...
Başından örtüsü düşmüş, saçlarının örgüleri çözülmüş bu kıvırcık ve sert
yüne benzeyen şeyler, kafasının üstünde sanki hamamdan yeni çıkmışçasına
kabarmış, ona kudurgan bir Afrikalı savaşçının taşkın yabanlığını vermişti.
Gözlerini görüyorum: Bunlar, Dilhoş Dadı’nın bana durmadan gülen gözleri
değildi. Onlar, şu anda kanla bulanmış ve tasarlanamayacak bir genişlemeyle
irileşmiş; sanki çabucak bir yana atılmak, karşısındakileri parçalamak isteyen
yırtıcı bir çırpınışla halkalar çizerek korkunç bir anlama bürünmüştü.
Yatağının içinde dizüstü oturuyor, hiç kimseyi tanımayarak çevresine
ayrı ayrı bakıyor, kilitlenmiş dişlerinin arasından yarı Türkçe, yarı Afnuca,
beklide var olmayan başka bir evrenin diliyle bir şeyler söylüyor ve tüm
bedeni, kaynayan bir kazan gibi, en küçük parçasına kadar titreşim saçıyordu.
Ben
gerçekte ‘ Borusu tutanlar’ dan, ‘ Godyeler’ den, ‘Rüküşler’den evde söz
edildiğini pek çok duymuş, üstelik kaç kez İzmir’in Kadifekale’si eteklerinde
‘Borulu Zenciler’ in ‘Dana Şenlikleri’ nde bulunarak, ‘iyi saatte olsunlar’ ın
şaşılacak türlü öykülerini dinlemiştim. Ama hiçbir zaman ‘Borusu üstünde kimse’
yi görmemiştim. O zamanlar bilincimde bu korkunç sinir hastalığının
görünümleri, doğaüstü şaşırtıcı bir şeyin gizle dolu anlaşılmaz biçimleriydi.
Şimdi ilk kez bu görünüme kendi dadımda, o kadar sevilen ve beni o kadar seven
insanda tanık oluyordum.....
...Onda öyle bir olağanüstülük, kimliğini
değiştiren, tüm varlığının anlatımına başkalık veren öyle bir görünüm vardı
ki...Şu soluyan , homurdanan, duyulmamış sözcüklerle kilitlenmiş ağzından her
yana öfke ve küskünlük püsküren; sonra zincirlere vurulmuş kudurgan bir hayvan
gibi her parçasından ayrı bir korku titreyen beden, gerçekten Dilhoş Dadı’m
mıydı; yoksa uzaktan onu andıran bir başka yaratık mıydı, bilmiyorum....
....Zaten o, şimdi büyük amcamın sorularına,
kendisinin Dilhoş Dadı olmadığını belirten yanıtlar veriyordu. Gerçekten,
bütünüyle o da değildi; daha şişman biriydi; üstelik görünüşe göre bir erkekti!
Bilmem nerenin padişahının oğlu olduğundan ve bütün evrenin altını üstüne
getireceğinden söz ediyordu.
Birdenbire tüm evi sarsan bir çığlıkla köpürdü ve arkasından yatağının
üstüne, sanki baş aşağı bir kuyuya düşercesine, yıkıldı.”[1]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder