25 Ekim 2018 Perşembe

Afrika Mirası



Çocukluğumuzun Yeşil Çam filmlerinde görünen, garip konuşmalarıyla hafızalarımızda yer edinmiş olan Arap Bacılar kimlerdi? Kimdi “gündüz feneri”? Gözlerimizin perdesine bir değip bir kaybolan bu siyahî suretlerin hikâyesi nerde başlayıp nerde biter bilmeyiz ama onların koyu renklerinin gölgesi olmasa bir eksiklik hissederiz sanki. Karagözde Hacivatın kölesi, Çelebinin lalası, masal ve halk hikâyelerindeki hızır gibi darda olanların imdadına koşan “Of-Arap” ya da “Of lala’lar” yahut Köroğlu hikâyelerindeki kahramanların üstün gücüne pes edip onlarla dost olan Koca-Arap veya Arap-pehlivanlar kimdi? Yağmur yağarken seller akarken camdan bakan Arap kızı, içeriyi mi seyrediyordu yoksa dışarıyı mı? Sonu gelmez bu soruların cevabı: Bir toplumun tarihinin suskun sayfalarında unutulmaya bırakılmış köle ticaretinin, Afrikanın çocuklarının taşıdıkları mirastır. Onlar Arap değildi  Afrikalıydı, belki kendileri bile geldikleri kıtanın adını bilmiyorlardı. Genelikle Arabistan toprakları üzerinden geldiklleri için onlara Arap denmiş olmalı. Doğdukları topraklarla, aileleriyle hiç bir bağı kalmayan bu insanlar yüreklerindeki yaraları suskunluklarına gömüp öylece geçip gitmişlerdi bu hayattan. Bir tek renkleri kalmış Anakaradan yadigar, ona da Arap demişlerdi. 
   İçimizdeki Afrikalıların hem Türk kültürü içindeki yerleri hem de onların Türk kültürüyle bütünleşme süreçleri tarihsel olayların iç içe geçmiş ilişkilerinin bir sonucudur. Türkçede genellikle konuşma dilinde “zenci” anlamında “Arap” kelimesi kullanılır. Kelimenin asıl anlamıyla “Arap” olanlar ise “Ak Arap” olarak adlandırılır.[1] Afrikalıların insanlık tarihinin erken zamanlarından itibaren köle ticareti yoluyla dünyanın farklı coğrafyalarına dağıldıkları bilinmektedir. Bu insanlar sonraki hayatlarında ise yaşadıkları ülkelerin tarihleri ve kültürleri içinde kendilerine özgü yerlerini almışlardır. Bu farklı ülkeler ve kültürler içindeki Afrikalılar yahut onların torunları, sayısal yoğunlukları, etkinlikleri veya bütünleşme süreçleriyle, yaşadıklarıyla bağlantılı olarak aidiyetlerini sürdürmüşler yahut kendilerine özgü bir alt kültür oluşturmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde köle olarak Anadolu’nun şehirlerine, kasabalarına veya köylerine gelen Afrikalılar bütünleşme süreçlerinde kendi kültürlerine ait öğeleri neredeyse tamamen terk etmiş ve Türkleşmişlerdir.[2] Günümüzde ise Afrika kökenliler hiç bir şekilde Afrika ile bir bağ kurmayıp belki de kendilerine Arap denilmesi ile ilişkili olarak Arabistan’la yahut Arapçayla ilgili bir bağ daha fazla kurmaktadırlar. Kendileriyle Afrika arasında bağ kuranlar ise son yıllarda genç nesiller arasında ortaya çıkmıştır. Çok milletli bir İmparatorluk olan Osmanlı içinde köle veya azatlı Afrikalıların efendileriyle ilişkileri aile bünyesinde bir yere sahipti. Osmanlı kölelik sistemini, kölelik sınıflandırmasında “açık kölelik” sistemi, olarak değerlendiren kölelik üzerine çalışan tarihçiler, bu sistemi Amerika’nın boşluğa izin vermeyen “kapalı kölelik” sisteminden ayrı tutmuşlardır.[3] Açık kölelik sisteminde, köleler bir süre sonra azat edilerek özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Bu durum  Osmanlı döneminde Afrikalı kölelerin Türk kültürüyle bütünleşme süreçlerini hızlandıran bir etken olarak görülmektedir. Toplum içindeki ilişkilerde de hem Osmanlı dönemin de hem de Cumhuriyet döneminde birbiriyle bütünleşmiş bir yapının kabullenilmiş olmasında ekonomik faktörlerin etkisi de önemlidir. Çünkü azatlık müessesesi klasik dönem Osmanlı tarihinden Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiş ve azatlanan Afrikalılar bu toplumun içinde bir üye olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Ekonomik hayat içinde toplumsal yapıyla daha geniş ilişki kurmayı ve yer almayı başarabilmişlerdi.  Bir anlamda “öteki” dahi olmadan bir bütünleşme sürecine girilmiş olunmaktaydı. Öyle ki gerek XIX. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı Devletinde ki gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde ki nüfus kayıtlarında zencilerin, cemaat olarak ayrılmaması ve Türk olarak değerlendirilmiş olması da bu durumu gösteren bir örnektir.[4] Bu anlamda bütünleşme aşamasında “öteki” kimliğinin din değiştirerek, o toplumdan biriyle evlenerek, sosyal statü değiştirerek dönüşüme uğradığı ve artık içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olduğu belirtilebilir.[5] Bu sonuç bizi Afrikalı kölelerin yeni ailelerinin içinde yaşadıkları sürece kadar götürecektir. Bütünleşme sürecinin belki de başladığı adres aile birimi içindeki vazgeçilmez yerleri olacaktır.
      Türk toplumu açısından ise bu içselleştirme eğiliminin kaynağı kendi geleneksel toplum yapısında aranmalıdır. Türk kültürünü oluşturan asıl unsurlardan biri olan bozkır göçebe kültürünün kölelik kurumuna yaklaşımı bize bu konu üzerindeki gelenekselleşmiş anlayışı gösterir. Eski Türklerin göçebe hayat tarzları ve savaşçı yapıları köleliği, kast sistemindeki gibi keskin sınırlarla ayrılmış bir sınıf olarak algılamalarını engellemiştir.  Çünkü özgürlüklerine düşkün olarak bilinen bozkır kültürlerinde insanlar köle işgücü yerine, hayvanların veya atın kullanılmasını tercih etmişlerdir. Göçebe Türk kavimlerinde kölelik, gerçek anlamı ile kurumlaşmış bir kölelik ve her türlü haklarından mahrum kalan kölelerden ziyade tutsaklık anlamında ifade edilmek istenmiş, savaşta yenilen toplum üyeleri siyasî haklarını kaybetmiş ve bazı medenî haklarından yoksun bırakılmışlardır.[6] Türkler bu ayrıştırıcı olmayan gelenekleri içinde zenci-Araplara da kültürel yaşamlarında, masallarında, halk hikâyelerinde veya oyunlarında yer vermişlerdir. Örneğin Anadolu köy seyirlik oyunlarının çoğunda –Arap Oyunu gibi-  Arap en önemli kişilerden biridir. Bu türde olan çeşitli oyunların, eski çağların ürünlere bereket sağlama törenlerinin izlerini taşıdığı da söylenir. [7] Ege Üniversitesi Halk Müziği bölümünde Öğretim Üyesi ve Halk Kültürü araştırmacısı olan Abdürrahim Kardemir’le yaptığımız söyleşide bize bu oyunları şöyle anlattı: “Anadolu’da dramatik unsurlu oyunlar bir hayli var. Bunlar temelde benzerlikler gösterse de uygulandığı her kültür çevresinde biri birinden farklı ve her uygulandığında, her icra edildiğinde yine farklılıklar gösteriyor. Bunların içerisinde “Arap” halk tarafından sevilen, tutulan bir öğe, bir tipleme. Bunun Osmanlı döneminde, biliyorsunuz Osmanlı’nın sınırları çok genişti ve onun Afrika’dan da vatandaşları vardı. Özellikle Anadolu insanının zenci insanlara duyduğu ilgiden, onlarda bir gizemlilik, bir kutsallık, buna benzer bir takım  yaklaşımlarla onları daha farklı gördüğünden, bu dramatik unsurlu oyunlarda onları her zaman kullanmış.
Arap Oyunu nasıl oynanırdı: Onların makyaj malzemesi yok ellerinde, ateşte kullanılan haranı, dığan ve başka kapların isleriyle yüzlerini tamamen boyuyorlar  böylece o zenci rolünü üstleniyorlardı. Egenin, Aydının köylerinde Araplardan,  dramatik unsurlu oyunlar içerisinde çokça var ve halk tarafından ilgi görüyor. Bu oyunlar da Arapların asıl görevi, arada bir görünüp kaybolmak değil, bu oyunları yönetmek ve asayişi sağlamaktır. Oyunda beş tane Arap birden oluyor, ellerinde sopaları falan oluyor. Bu seyirlik oyunların esas yapısı gereği orada bulunan herkesi ilgilendiriyor. Bir kısmı oyuncu bir kısmı seyirci değil. İzleyicilerde oyunlara katılıyorlar, zaman zaman oyunculara sataşıyorlar, laf atıyorlar ve o arada Araplarda müdahale ediyor veya onlarda sataşıyorlar böylece izleyici- oyuncu kaynaşması oluyor. Bu oyunlarda hem güldürmek için komedi unsurlu hem de düşündürücü o halkın dertlerini, sıkıntılarını konu ediyorlar. Burada asıl olan, Osmanlı döneminde, Osmanlı vatandaşı olan Afrika vatandaşlarına duyulan sevgi, saygı, hayranlık ve onlarda görülen gizemliliği oynamaya çalışıyorlar.” Belki de Türk kültüründeki Ak ve Kara karşıtlığının simgesel yanı yüzlerini kazan karasına boyamalarına ve Arap canlandırmalarına yansımış olabilir. Kısacası, Afrikalıların Türk toplumu arasında bir zenci ayrımcılığına maruz kalmamaları pek çok derinlikli etkene bağlanabilir.
     Osmanlı topraklarına gelen Afrikalıların doğdukları topraklarda ise kölelik, bilinen en eski uygarlıklardan beri yerleşmiş bir kurumdu ve ayrıca köleler kıtanın ticaretinde gelişmiş bir ihraç malzemesiydi. XIX. ve XX. yüzyılda dahi kıtanın iç bölgelerinde yaşayan kabilelere düzenlenen baskınlar ile köle temin ediliyor ya da kıtlık dönemlerinde açlık, insanların kendilerini veya yakınlarını köleleştirmelerine sebep oluyor, ayrıca kabileler arası savaşlarla birlikte sürekli bir köle kaynağı haline gelen Afrika’nın siyah çocukları dünyanın farklı coğrafyalarına dağılıyordu. Coğrafi keşiflerin ardından başlayan yeni dünya düzeninin ilk zamanlarında,  Batı Afrika deniz kıyıları Avrupalılara satılmak üzere önemli sayıda köle sağlamıştır; ancak artan taleple birlikte, Afrikalılar köle tedariki konusunda kıtanın iç bölgelerine de başvurmak zorunda kalmışlardır.[8] Osmanlı topraklarına gelen köleler ise çoğunlukla doğu Afrika kıtasındandır. Türklerde köleliğin kurumlaşma sürecinde ise yerleşik hayata geçmeleri ve İslam dinini kabulleri etkili olmuştur.[9] Bu aşamadan sonra Osmanlı köleliği içinde etkin olan anlayış ise İslami geleneğin çerçevesinde değerlendirilecek hatta “köleliğin kaldırılması” sürecinde İngilizlerin baskısını aile hayatlarına ve hareme bir müdahale olarak algılayacaklardır. Çünkü Osmanlı sosyolojisi içinde köleler ailenin ayrılmaz bir parçasıdır. Değişen dünya düzeni içinde klasik dönem Osmanlı geleneksel anlayışlarının kölelik üzerine yaklaşımları da farklılık göstermiştir. Özellikle Sanayi devrimi sonrası gelişim gösteren kapitalist üretim ilişkileri içerisine Osmanlının girişi 19. yüzyılın başlarından itibaren daha somut olarak görülmektedir. Bu durumun en belirgin örneği ticari tarımın geliştirilmeye çalışılması ve buna bağlı olarak doğan iş gücü ihtiyacının çeşitli yöntemlerle sağlanmaya çalışılmasıdır. Birbirinden farklı sebeplerin oluşturduğu koşullar gereği bu dönem içinde ki Afrika köle ticareti hacmi klasik dönem Osmanlı geleneğinin oldukça dışında olduğunu göstemektedir.     
19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, Osmanlı’ya uzanan zenci köle ticareti hacminin doruk noktasına ulaşır.[10] Bu durum değişen siyasi ve ekonomik gelişmelerinde bir sonucudur. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hâkimiyeti döneminin Afrika köle ticaretinin artışıyla doğrudan ilgisi vardır, özellikle 1820-22 sonrasında Sudan’ın ele geçirilmesiyle birlikte, sözü edilen artışın yaşandığı dönem üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. 1819- 1820 arasında Mehmet Ali Paşa Sudan ticaretinde kendi tekelini oluşturdu ve Kahire pazarını da ele geçirdi.[11] Bunun yanı sıra, Kırım savaşı sonrası yaşanan Çerkez göçüyle birlikte de bu artış devam etmiştir. Çünkü Çerkezler arasında tarım köleliği de yaygındı ve bu durum siyah köle talebinin de artmasına yol açmıştı. İzmir limanının bu dönemde gösterdiği ticari hareketlilik ve Batı Anadolu’da görülmeye başlanan ticari tarım ve çiftliklerde ki işgücü açığının da bu dönemde yaratmış olduğu talep siyah köle ticareti hacmi üzerindeki etkisi olabileceğini de düşündürüyor. Bu konuda talebin oluşturabileceği etkiyi tespit etmek güç olsa da sonuçta bu bölgeye gelen Afrikalıların azatlı da olsalar çalışma alanları çoğunlukla bu çiftliklerdi. Afrika’da bir arz piyasası olduğu sürece ve Osmanlı piyasasında da oturmuş bir talebin olması bu ticaretin devamını oluşturmaya yeterli gerekçelerdi. 19. yüzyılın son çeyreğinde Afrika’dan Osmanlıya taşınan kölelerin torunları bugün Afro- Türklerin nüfusunu oluşturmaktadır. Çünkü bu dönemde gelen kölelerin azatlanması sonrası yerleştirildikleri bölgelere bakıldığında bugün Afro- Türklerin yaşadığı yerler olduğu görülür. Ayrıca o dönemdeki en büyük misafirhanelerden birinin İzmir’de olması ve İzmir’e yerleşen Afrikalılar’ın Türk mahallerinde görülen yoğun nüfusları ve bu dönemde kutlanmaya başlayan “Dana Bayramı” neredeyse dönemin tanıklığını yapan tek  miraslarıdır.
Anakara Afrikadan Anadoluya yapılan tarihin unutulmuş bu yolculuğu torunları tarafından tekrar keşfediliyor. Mustafa Olpak’ın bir araya getirdiği ve Afrikalılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği çatısı altında buluşturduğu Afro-Türkler artık kendi miraslarına sahip çıkmaktadır. Dana Bayramları artık uluslararası bir buluşmaya, farklı kültürlerin derinliklerinin ortaya çıkarılmasına ve birlikte varolmanın etkileşimlerini anlamaya hizmet etmektedir. Mustafa Olpak’ın başarmış olduğu bu buluşmalar geçmişin suskunluğuna çığlık olmuştur. Bu yüzden Mustafa Olpak her daim sevgiyle hatırlanacak. Her bir araya gelişlerimizde, buluşmalarımızda ve Afrikalı atalarımızın bize bıraktığı miraslar arasında en güzel gülümseme onun olacak. Biz keşfetmeye, farklı kültürler içindeki Afrika kökenlilerle buluşmaya ve onların deneyimlerini tanımaya devam ettikçe daha yaşanabilir bir dünya umutlarımız taze kalacaktır. Kölelik tarihinden günümüz kültürlerinin buluşmasına uzanan çalışmaların dünya barışına sağlıyacağı katkı büyük olacaktır. Tüm acı çığlıkların açtığı yaralar sarıldığında dünyanın adı barış olacaktır, umuduyla.
Fatmagül Kırcı  
Tarih Uzmanı



[1] Boratav, Pertev Naili, Türk Folkloründe Zenciler, Folklor Ve edebiyat üzerine, 1982, syf: 120
[2] Durugöl, Esma, The Invisibilitiy of Turks of African Origin and the Construction of Turkish Cultural, Journal of Black studies, Vol.33, No: 3, (Jan, 2003), pp. 281-294
[3] Madeline, C. ZILFI, Osmanlıda Kölelik Ve Erken Modern Zamanda Kadın Köleler, Osmanlı Ansiklobedisi., syf:474
[4] Güneş, Günver, Mazara Mazara Gambeta, Kölelikten Özgürlüğe İzmir Zencileri ve Dana Bayramı, Türkiye Kültürleri, syf 192
[5] Parlak, Betül; Bir “Ötekilik” Deneyimi olarak Kölelik, Tarih ve Toplum, Aralık 2003, syf:  63
[6] Kafesoğlu, İbrahim, “Kültür ve Teşkilat” Türk Kültürünü Araştırma Ens. Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, syf: 759
[7] And Metin, Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü, İst., 1962, syf: 43
[8] Baran, Şafak, Felsefenin Gözünde Kuranda Kölelik ve Cariyelik, 2006, yayınlanmamış doktora tezi, syf:167
[9] Baran Şafak, aynı eser, syf:186
[10] Toledeno, Ehud R. 1840-1890, çev: Y.Hakan Erdem, Tarih Vakfı Yurt yay. 2. Baskı, Ekim, 2001 s:76
[11] Baer, Gabriel, Slavery in nineteenth century Egypt, The Journal of African History, Vol. 8, No. 3 (1967), pp. 417-441, s: 429

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder