Çocukluğumuzun
Yeşil Çam filmlerinde görünen, garip konuşmalarıyla hafızalarımızda yer edinmiş
olan Arap Bacılar kimlerdi? Kimdi “gündüz feneri”? Gözlerimizin perdesine bir
değip bir kaybolan bu siyahî suretlerin hikâyesi nerde başlayıp nerde biter
bilmeyiz ama onların koyu renklerinin gölgesi olmasa bir eksiklik hissederiz
sanki. Karagözde Hacivatın kölesi, Çelebinin lalası, masal ve halk
hikâyelerindeki hızır gibi darda olanların imdadına koşan “Of-Arap” ya da “Of
lala’lar” yahut Köroğlu hikâyelerindeki kahramanların üstün gücüne pes edip
onlarla dost olan Koca-Arap veya Arap-pehlivanlar kimdi? Yağmur yağarken seller
akarken camdan bakan Arap kızı, içeriyi mi seyrediyordu yoksa dışarıyı mı? Sonu
gelmez bu soruların cevabı: Bir toplumun tarihinin suskun sayfalarında
unutulmaya bırakılmış köle ticaretinin, Afrikanın çocuklarının taşıdıkları
mirastır. Onlar Arap değildi
Afrikalıydı, belki kendileri bile geldikleri kıtanın adını
bilmiyorlardı. Genelikle Arabistan toprakları üzerinden geldiklleri için onlara
Arap denmiş olmalı. Doğdukları topraklarla, aileleriyle hiç bir bağı kalmayan
bu insanlar yüreklerindeki yaraları suskunluklarına gömüp öylece geçip
gitmişlerdi bu hayattan. Bir tek renkleri kalmış Anakaradan yadigar, ona da
Arap demişlerdi.
İçimizdeki Afrikalıların hem Türk
kültürü içindeki yerleri hem de onların Türk kültürüyle bütünleşme süreçleri
tarihsel olayların iç içe geçmiş ilişkilerinin bir sonucudur. Türkçede
genellikle konuşma dilinde “zenci” anlamında “Arap” kelimesi kullanılır.
Kelimenin asıl anlamıyla “Arap” olanlar ise “Ak Arap” olarak adlandırılır.[1] Afrikalıların insanlık
tarihinin erken zamanlarından itibaren köle ticareti yoluyla dünyanın farklı
coğrafyalarına dağıldıkları bilinmektedir. Bu insanlar sonraki hayatlarında ise
yaşadıkları ülkelerin tarihleri ve kültürleri içinde kendilerine özgü yerlerini
almışlardır. Bu farklı ülkeler ve kültürler içindeki Afrikalılar yahut onların
torunları, sayısal yoğunlukları, etkinlikleri veya bütünleşme süreçleriyle,
yaşadıklarıyla bağlantılı olarak aidiyetlerini sürdürmüşler yahut kendilerine
özgü bir alt kültür oluşturmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde köle
olarak Anadolu’nun şehirlerine, kasabalarına veya köylerine gelen Afrikalılar
bütünleşme süreçlerinde kendi kültürlerine ait öğeleri neredeyse tamamen terk
etmiş ve Türkleşmişlerdir.[2] Günümüzde ise Afrika
kökenliler hiç bir şekilde Afrika ile bir bağ kurmayıp belki de kendilerine
Arap denilmesi ile ilişkili olarak Arabistan’la yahut Arapçayla ilgili bir bağ
daha fazla kurmaktadırlar. Kendileriyle Afrika arasında bağ kuranlar ise son
yıllarda genç nesiller arasında ortaya çıkmıştır. Çok milletli bir İmparatorluk
olan Osmanlı içinde köle veya azatlı Afrikalıların efendileriyle ilişkileri
aile bünyesinde bir yere sahipti. Osmanlı kölelik sistemini, kölelik
sınıflandırmasında “açık kölelik” sistemi, olarak değerlendiren kölelik üzerine
çalışan tarihçiler, bu sistemi Amerika’nın boşluğa izin vermeyen “kapalı
kölelik” sisteminden ayrı tutmuşlardır.[3] Açık kölelik sisteminde,
köleler bir süre sonra azat edilerek özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Bu
durum Osmanlı döneminde Afrikalı
kölelerin Türk kültürüyle bütünleşme süreçlerini hızlandıran bir etken olarak
görülmektedir. Toplum içindeki ilişkilerde de hem Osmanlı dönemin de hem de
Cumhuriyet döneminde birbiriyle bütünleşmiş bir yapının kabullenilmiş olmasında
ekonomik faktörlerin etkisi de önemlidir. Çünkü azatlık müessesesi klasik dönem
Osmanlı tarihinden Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiş ve azatlanan
Afrikalılar bu toplumun içinde bir üye olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdi.
Ekonomik hayat içinde toplumsal yapıyla daha geniş ilişki kurmayı ve yer almayı
başarabilmişlerdi. Bir anlamda “öteki”
dahi olmadan bir bütünleşme sürecine girilmiş olunmaktaydı. Öyle ki gerek XIX.
yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı Devletinde ki gerekse Türkiye Cumhuriyeti
döneminde ki nüfus kayıtlarında zencilerin, cemaat olarak ayrılmaması ve Türk
olarak değerlendirilmiş olması da bu durumu gösteren bir örnektir.[4] Bu anlamda bütünleşme
aşamasında “öteki” kimliğinin din değiştirerek, o toplumdan biriyle evlenerek,
sosyal statü değiştirerek dönüşüme uğradığı ve artık içinde yaşadığı toplumun
bir üyesi olduğu belirtilebilir.[5] Bu sonuç bizi Afrikalı
kölelerin yeni ailelerinin içinde yaşadıkları sürece kadar götürecektir.
Bütünleşme sürecinin belki de başladığı adres aile birimi içindeki vazgeçilmez
yerleri olacaktır.
Türk toplumu açısından ise bu
içselleştirme eğiliminin kaynağı kendi geleneksel toplum yapısında aranmalıdır.
Türk kültürünü oluşturan asıl unsurlardan biri olan bozkır göçebe kültürünün
kölelik kurumuna yaklaşımı bize bu konu üzerindeki gelenekselleşmiş anlayışı
gösterir. Eski Türklerin göçebe hayat tarzları ve savaşçı yapıları köleliği,
kast sistemindeki gibi keskin sınırlarla ayrılmış bir sınıf olarak algılamalarını
engellemiştir. Çünkü özgürlüklerine
düşkün olarak bilinen bozkır kültürlerinde insanlar köle işgücü yerine,
hayvanların veya atın kullanılmasını tercih etmişlerdir. Göçebe Türk kavimlerinde
kölelik, gerçek anlamı ile kurumlaşmış bir kölelik ve her türlü haklarından
mahrum kalan kölelerden ziyade tutsaklık anlamında ifade edilmek istenmiş,
savaşta yenilen toplum üyeleri siyasî haklarını kaybetmiş ve bazı medenî
haklarından yoksun bırakılmışlardır.[6] Türkler bu ayrıştırıcı
olmayan gelenekleri içinde zenci-Araplara da kültürel yaşamlarında,
masallarında, halk hikâyelerinde veya oyunlarında yer vermişlerdir. Örneğin
Anadolu köy seyirlik oyunlarının çoğunda –Arap Oyunu gibi- Arap en önemli kişilerden biridir. Bu türde
olan çeşitli oyunların, eski çağların ürünlere bereket sağlama törenlerinin
izlerini taşıdığı da söylenir. [7] Ege Üniversitesi Halk
Müziği bölümünde Öğretim Üyesi ve Halk Kültürü araştırmacısı olan Abdürrahim
Kardemir’le yaptığımız söyleşide bize bu oyunları şöyle anlattı: “Anadolu’da
dramatik unsurlu oyunlar bir hayli var. Bunlar temelde benzerlikler gösterse de
uygulandığı her kültür çevresinde biri birinden farklı ve her uygulandığında,
her icra edildiğinde yine farklılıklar gösteriyor. Bunların içerisinde “Arap”
halk tarafından sevilen, tutulan bir öğe, bir tipleme. Bunun Osmanlı döneminde,
biliyorsunuz Osmanlı’nın sınırları çok genişti ve onun Afrika’dan da
vatandaşları vardı. Özellikle Anadolu insanının zenci insanlara duyduğu ilgiden,
onlarda bir gizemlilik, bir kutsallık, buna benzer bir takım yaklaşımlarla onları daha farklı gördüğünden,
bu dramatik unsurlu oyunlarda onları her zaman kullanmış.
Arap
Oyunu nasıl oynanırdı: Onların makyaj malzemesi yok ellerinde, ateşte kullanılan
haranı, dığan ve başka kapların isleriyle yüzlerini tamamen boyuyorlar böylece o zenci rolünü üstleniyorlardı.
Egenin, Aydının köylerinde Araplardan,
dramatik unsurlu oyunlar içerisinde çokça var ve halk tarafından ilgi
görüyor. Bu oyunlar da Arapların asıl görevi, arada bir görünüp kaybolmak
değil, bu oyunları yönetmek ve asayişi sağlamaktır. Oyunda beş tane Arap birden
oluyor, ellerinde sopaları falan oluyor. Bu seyirlik oyunların esas yapısı
gereği orada bulunan herkesi ilgilendiriyor. Bir kısmı oyuncu bir kısmı seyirci
değil. İzleyicilerde oyunlara katılıyorlar, zaman zaman oyunculara
sataşıyorlar, laf atıyorlar ve o arada Araplarda müdahale ediyor veya onlarda
sataşıyorlar böylece izleyici- oyuncu kaynaşması oluyor. Bu oyunlarda hem
güldürmek için komedi unsurlu hem de düşündürücü o halkın dertlerini,
sıkıntılarını konu ediyorlar. Burada asıl olan, Osmanlı döneminde, Osmanlı
vatandaşı olan Afrika vatandaşlarına duyulan sevgi, saygı, hayranlık ve onlarda
görülen gizemliliği oynamaya çalışıyorlar.” Belki de Türk kültüründeki Ak ve
Kara karşıtlığının simgesel yanı yüzlerini kazan karasına boyamalarına ve Arap
canlandırmalarına yansımış olabilir. Kısacası, Afrikalıların Türk toplumu
arasında bir zenci ayrımcılığına maruz kalmamaları pek çok derinlikli etkene
bağlanabilir.
Osmanlı topraklarına gelen Afrikalıların doğdukları topraklarda ise
kölelik, bilinen en eski uygarlıklardan beri yerleşmiş bir kurumdu ve ayrıca
köleler kıtanın ticaretinde gelişmiş bir ihraç malzemesiydi. XIX. ve XX.
yüzyılda dahi kıtanın iç bölgelerinde yaşayan kabilelere düzenlenen baskınlar
ile köle temin ediliyor ya da kıtlık dönemlerinde açlık, insanların kendilerini
veya yakınlarını köleleştirmelerine sebep oluyor, ayrıca kabileler arası
savaşlarla birlikte sürekli bir köle kaynağı haline gelen Afrika’nın siyah
çocukları dünyanın farklı coğrafyalarına dağılıyordu. Coğrafi keşiflerin
ardından başlayan yeni dünya düzeninin ilk zamanlarında, Batı Afrika deniz kıyıları Avrupalılara
satılmak üzere önemli sayıda köle sağlamıştır; ancak artan taleple birlikte,
Afrikalılar köle tedariki konusunda kıtanın iç bölgelerine de başvurmak zorunda
kalmışlardır.[8]
Osmanlı topraklarına gelen köleler ise çoğunlukla doğu Afrika kıtasındandır.
Türklerde köleliğin kurumlaşma sürecinde ise yerleşik hayata geçmeleri ve İslam
dinini kabulleri etkili olmuştur.[9] Bu aşamadan sonra Osmanlı
köleliği içinde etkin olan anlayış ise İslami geleneğin çerçevesinde
değerlendirilecek hatta “köleliğin kaldırılması” sürecinde İngilizlerin
baskısını aile hayatlarına ve hareme bir müdahale olarak algılayacaklardır.
Çünkü Osmanlı sosyolojisi içinde köleler ailenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Değişen dünya düzeni içinde klasik dönem Osmanlı geleneksel anlayışlarının
kölelik üzerine yaklaşımları da farklılık göstermiştir. Özellikle Sanayi
devrimi sonrası gelişim gösteren kapitalist üretim ilişkileri içerisine
Osmanlının girişi 19. yüzyılın başlarından itibaren daha somut olarak
görülmektedir. Bu durumun en belirgin örneği ticari tarımın geliştirilmeye
çalışılması ve buna bağlı olarak doğan iş gücü ihtiyacının çeşitli yöntemlerle
sağlanmaya çalışılmasıdır. Birbirinden farklı sebeplerin oluşturduğu koşullar
gereği bu dönem içinde ki Afrika köle ticareti hacmi klasik dönem Osmanlı
geleneğinin oldukça dışında olduğunu göstemektedir.
19. yüzyılın üçüncü
çeyreğinde, Osmanlı’ya uzanan zenci köle ticareti hacminin doruk noktasına
ulaşır.[10] Bu
durum değişen siyasi ve ekonomik gelişmelerinde bir sonucudur. Mısır’da
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hâkimiyeti döneminin Afrika köle ticaretinin
artışıyla doğrudan ilgisi vardır, özellikle 1820-22 sonrasında Sudan’ın ele
geçirilmesiyle birlikte, sözü edilen artışın yaşandığı dönem üzerindeki etkisi
kaçınılmazdır. 1819- 1820 arasında Mehmet Ali Paşa Sudan ticaretinde kendi
tekelini oluşturdu ve Kahire pazarını da ele geçirdi.[11] Bunun
yanı sıra, Kırım savaşı sonrası yaşanan Çerkez göçüyle birlikte de bu artış
devam etmiştir. Çünkü Çerkezler arasında tarım köleliği de yaygındı ve bu durum
siyah köle talebinin de artmasına yol açmıştı. İzmir limanının bu dönemde
gösterdiği ticari hareketlilik ve Batı Anadolu’da görülmeye başlanan ticari
tarım ve çiftliklerde ki işgücü açığının da bu dönemde yaratmış olduğu talep
siyah köle ticareti hacmi üzerindeki etkisi olabileceğini de düşündürüyor. Bu
konuda talebin oluşturabileceği etkiyi tespit etmek güç olsa da sonuçta bu
bölgeye gelen Afrikalıların azatlı da olsalar çalışma alanları çoğunlukla bu
çiftliklerdi. Afrika’da bir arz piyasası olduğu sürece ve Osmanlı piyasasında
da oturmuş bir talebin olması bu ticaretin devamını oluşturmaya yeterli
gerekçelerdi. 19. yüzyılın son çeyreğinde Afrika’dan Osmanlıya taşınan
kölelerin torunları bugün Afro- Türklerin nüfusunu oluşturmaktadır. Çünkü bu
dönemde gelen kölelerin azatlanması sonrası yerleştirildikleri bölgelere
bakıldığında bugün Afro- Türklerin yaşadığı yerler olduğu görülür. Ayrıca o
dönemdeki en büyük misafirhanelerden birinin İzmir’de olması ve İzmir’e
yerleşen Afrikalılar’ın Türk mahallerinde görülen yoğun nüfusları ve bu dönemde
kutlanmaya başlayan “Dana Bayramı” neredeyse dönemin tanıklığını yapan tek miraslarıdır.
Anakara Afrikadan
Anadoluya yapılan tarihin unutulmuş bu yolculuğu torunları tarafından tekrar
keşfediliyor. Mustafa Olpak’ın bir araya getirdiği ve Afrikalılar Kültür ve
Yardımlaşma Derneği çatısı altında buluşturduğu Afro-Türkler artık kendi
miraslarına sahip çıkmaktadır. Dana Bayramları artık uluslararası bir
buluşmaya, farklı kültürlerin derinliklerinin ortaya çıkarılmasına ve birlikte
varolmanın etkileşimlerini anlamaya hizmet etmektedir. Mustafa Olpak’ın
başarmış olduğu bu buluşmalar geçmişin suskunluğuna çığlık olmuştur. Bu yüzden
Mustafa Olpak her daim sevgiyle hatırlanacak. Her bir araya gelişlerimizde,
buluşmalarımızda ve Afrikalı atalarımızın bize bıraktığı miraslar arasında en
güzel gülümseme onun olacak. Biz keşfetmeye, farklı kültürler içindeki Afrika
kökenlilerle buluşmaya ve onların deneyimlerini tanımaya devam ettikçe daha
yaşanabilir bir dünya umutlarımız taze kalacaktır. Kölelik tarihinden günümüz
kültürlerinin buluşmasına uzanan çalışmaların dünya barışına sağlıyacağı katkı
büyük olacaktır. Tüm acı çığlıkların açtığı yaralar sarıldığında dünyanın adı
barış olacaktır, umuduyla.
Fatmagül Kırcı
Tarih Uzmanı
[1]
Boratav, Pertev Naili, Türk Folkloründe Zenciler, Folklor Ve edebiyat üzerine,
1982, syf: 120
[2]
Durugöl, Esma, The Invisibilitiy of Turks of African Origin and the
Construction of Turkish Cultural, Journal of Black studies, Vol.33, No: 3,
(Jan, 2003), pp. 281-294
[3]
Madeline, C. ZILFI, Osmanlıda Kölelik Ve Erken Modern Zamanda Kadın Köleler,
Osmanlı Ansiklobedisi., syf:474
[4]
Güneş, Günver, Mazara Mazara Gambeta, Kölelikten Özgürlüğe İzmir Zencileri ve
Dana Bayramı, Türkiye Kültürleri, syf 192
[6]
Kafesoğlu, İbrahim, “Kültür ve Teşkilat” Türk Kültürünü Araştırma Ens. Türk
Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, syf: 759
[7]
And Metin, Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü, İst., 1962, syf: 43
[8]
Baran, Şafak, Felsefenin Gözünde Kuranda Kölelik ve Cariyelik, 2006,
yayınlanmamış doktora tezi, syf:167
[9]
Baran Şafak, aynı eser, syf:186
[10] Toledeno,
Ehud R. 1840-1890, çev: Y.Hakan Erdem, Tarih Vakfı Yurt yay. 2. Baskı, Ekim,
2001 s:76
[11]
Baer, Gabriel, Slavery in nineteenth century Egypt,
The Journal of African History, Vol. 8, No. 3 (1967), pp. 417-441, s:
429
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder