21 Nisan 2015 Salı

Atilla İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez

“...Okulun bahçesindeki ağacı unutmadık; gökyüzünü omuzları üstünde tutan, tek ağacı! Başka bir ağaç gibi, gölgesine çökmüş; bir yalnızlığı bölmek, parçalamak istemişizdir. Hangi yalnızlığı mı? Hani şu içimizi patlıcan gibi oyan ve karartan, her zamanki yalnızlığı! Okulun bahçesindeki ağaçtan sormalı. Onun dibinde, genzimizi yakan bir kömür kokusuna kendimizi terk etmişiz, Marmara denizi karşımızda çirkin, iyi tutturulamamış bir sulu boya. Deniz elbette düşünemez, hele ağaç! Ama bir kere düşünmenin yolunu tuttuk mu; ağaç da deniz de düşünmeye başlar. Başlamazsa biz başlatırız. Yalnızlık, insana, zamanın geçişini duyurur, zamanla ahbaplık ettirir.
    -Anamız babamız yoksa kabahat bizim mi?
Ya da: - Neden herkes gibi, bizim de anamız babamız yoktur?
   Hiç böyle çengeller, kulaklarınıza geçti mi sizin? Bir Sanat Enstitüsü’nün bahçesinde, ‘ mecanni leyli’ bir öğrencinin, dudaklarını ısıra ısıra, böyle bir takım çengellerden, nasıl kurtulmaya çalıştığını bilebilir misiniz? Biz göğe, aşağıdan yukarıya, onu yenilemek için ne amansız ahdlarla, bir köpek dişi gibi acı ve sipsivri bakardık ve gök, İstanbul’un üstündeki, Sultanahmet’in üstündeki, çalkalayıcı kadın tenli, (ne kadını, orospu tenli) gök, burun deliklerimizden, ağzımızdan dişlerimizin arasına süzülür, bizi zehirlerdi...
....Biz toplumun tükürdüğü adamız.Bu laf Mustafa’nın. Toplum bizi tükürmüş; bazı adamları tükürürmüş toplum, bizim gibi adamları tükürürmüş. Anamızı bilmiyor değiliz. Biliyoruz ki yoksul, güzelce bir kadındı. Bizi kalantor ve çocuksuz bir deyyusun, ateşinden edinmişti. Anamız, hizmetçilik ederdi, bizim. Ve babamız olacak deyyus, yani kim olduğunu bilmediğimiz; yani bizi; toplum namına; anamızın rahmine ve daha sonra dünyaya tüküren hergele, onun efendisi idi. Gözümüzü pasaklı bir yetimler yurdunda açmamız bundan mıdır? “ İptida yalnız karanlıklar var idi. Ve sonra, biz olduk.” Demek dosdoğru karanlıklardan gelmişiz. Toplumun tükürdüğü bir adam! Belki de biz, bütün bunları, buna benzer acı ve kekre şeyleri, Sanat Enstitüsü’nün bahçesindeki ağacın dibinde, zamana ve rüzgâra karşı durmak, kuruyup gitmemek için çırpınan bir tükürük olarak düşünmeye başlamışızdır. Üstelik farkına varmaksızın: sanki bir baş ağrısı! İnsanın başı, farkına vardığından çok önce ağrımaya başlamamış mıdır?....”[1]





[1] Atilla İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez, Bilgi Yayınevi, Beşinci Basım, Şubat: 2000, Birinci Basım, Mayıs,1957, syf: 48, 49

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder