“...Okulun bahçesindeki ağacı unutmadık;
gökyüzünü omuzları üstünde tutan, tek ağacı! Başka bir ağaç gibi, gölgesine
çökmüş; bir yalnızlığı bölmek, parçalamak istemişizdir. Hangi yalnızlığı mı?
Hani şu içimizi patlıcan gibi oyan ve karartan, her zamanki yalnızlığı! Okulun
bahçesindeki ağaçtan sormalı. Onun dibinde, genzimizi yakan bir kömür kokusuna
kendimizi terk etmişiz, Marmara denizi karşımızda çirkin, iyi tutturulamamış
bir sulu boya. Deniz elbette düşünemez, hele ağaç! Ama bir kere düşünmenin
yolunu tuttuk mu; ağaç da deniz de düşünmeye başlar. Başlamazsa biz başlatırız.
Yalnızlık, insana, zamanın geçişini duyurur, zamanla ahbaplık ettirir.
-Anamız babamız yoksa kabahat bizim mi?
Ya da: - Neden herkes gibi, bizim de anamız
babamız yoktur?
Hiç
böyle çengeller, kulaklarınıza geçti mi sizin? Bir Sanat Enstitüsü’nün
bahçesinde, ‘ mecanni leyli’ bir öğrencinin, dudaklarını ısıra ısıra, böyle bir
takım çengellerden, nasıl kurtulmaya çalıştığını bilebilir misiniz? Biz göğe,
aşağıdan yukarıya, onu yenilemek için ne amansız ahdlarla, bir köpek dişi gibi
acı ve sipsivri bakardık ve gök, İstanbul’un üstündeki, Sultanahmet’in
üstündeki, çalkalayıcı kadın tenli, (ne kadını, orospu tenli) gök, burun
deliklerimizden, ağzımızdan dişlerimizin arasına süzülür, bizi zehirlerdi...
....Biz toplumun tükürdüğü adamız.Bu laf
Mustafa’nın. Toplum bizi tükürmüş; bazı adamları tükürürmüş toplum, bizim gibi
adamları tükürürmüş. Anamızı bilmiyor değiliz. Biliyoruz ki yoksul, güzelce bir
kadındı. Bizi kalantor ve çocuksuz bir deyyusun, ateşinden edinmişti. Anamız,
hizmetçilik ederdi, bizim. Ve babamız olacak deyyus, yani kim olduğunu
bilmediğimiz; yani bizi; toplum namına; anamızın rahmine ve daha sonra dünyaya
tüküren hergele, onun efendisi idi. Gözümüzü pasaklı bir yetimler yurdunda
açmamız bundan mıdır? “ İptida yalnız karanlıklar var idi. Ve sonra, biz
olduk.” Demek dosdoğru karanlıklardan gelmişiz. Toplumun tükürdüğü bir adam!
Belki de biz, bütün bunları, buna benzer acı ve kekre şeyleri, Sanat
Enstitüsü’nün bahçesindeki ağacın dibinde, zamana ve rüzgâra karşı durmak,
kuruyup gitmemek için çırpınan bir tükürük olarak düşünmeye başlamışızdır.
Üstelik farkına varmaksızın: sanki bir baş ağrısı! İnsanın başı, farkına
vardığından çok önce ağrımaya başlamamış mıdır?....”[1]
[1] Atilla İlhan, Zenciler
Birbirine Benzemez, Bilgi Yayınevi, Beşinci Basım, Şubat: 2000, Birinci Basım,
Mayıs,1957, syf: 48, 49
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder