13 Kasım 2022 Pazar

Siyahlara Bakış-3

 


Tarihçiler, bütün bunları Osmanlı klasik dönem Afrika köleciliği olarak adlandırıyor, ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra felaket bir artış oluyor Afrika’dan getirilen kölelerin sayısında. Tarihçiler buna patlama diyor. Bu konuyu çalışan tarihçiler; Toledano, Osmanlı’da köleliğin sonunu, çalışan Hakan Erdem ve Emperyalizmin Osmanlıya Girişi’ni yazan Orhan Kurmuş,  bu gelen nüfusla ilgili tahmini rakamları söylüyor. Sonra,  Toledano 1825 yılından sonra her bir yıl en az 11.000 ile en çok 13.000 Afrikalı Osmanlı topraklarına getirildiğini söylüyor. Hakan Erdem ise aynı rakamları vererek, 1845 yılından sonra tedrici bir azalma olduğunu belirtiyor. Orhan Kurmuş ise kölelik karşıtı derneklerin çalışmaları ve İngiliz konsolosluğunun raporlarında yer alan azatlıların  sayısından yola çıkarak aynı rakamlara ulaşıyor. Kısacası , 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına getirilen Afrikalıların sayısının,  1.300.000 kişi olduğu söyleniyor. Biz de onların torunlarıyız.




Mustafa Olpak’ın dernekleşme çabasının ilk somut ürünlerinden biri olan Sessiz bir Geçmişten Sesler projesi en az beş kuşak öncesinde bir Afrikalı ataları bulunan 100 kişiyle yapılan birebir görüşmeleri içermektedir. Bu projeyi Tarih Vakfıyla birlikte yürüttüler. Yönetici grup Tarih Vakfı ama katılımcılar ve görüşmeyi yapanlar Afro- Türk derneği üyeleriydi. şimdi ben Aydın vilayetindeki Afro Türkler adlı lisans bitirme tezimi hazırlarken ilk çalıştığım arşiv bu arşiv oldu. şimdi internet üzerinden ulaşamıyoruz ama o dönem 2010 - 2011yıllarında ulaşılabiliyordu ama kısa zamanda tekrar hayata geçireceğiz. Bu çalışmada görüşmeler farklı farklı başlıklar altında toplanmış:  köken anlatıları, çocukluk dönemi, toplumsal yaşam adlı başlıklar altında toplanmış. Ben özellikle köken anlatıları bölümünü çalıştım, daha çok inceledim. özellikle bölgelere göre köken anlatılarının farklılaşması ve aynı bölgede yaşayanların ortak köken anlatılarına sahip olduklarını fark ettim bu şekilde dört farklı bölgeye belirleyebildim.

1-İzmir ve çevre köylerinde yaşayanların pek çoğunu azatlıların yerleştirilmesi döneminde buralara geldiklerini, Libya’dan gelenlerin olduğunu , Trablusgarp Savaşından  sonra gelenler ve daha eski tarihlerden beri azatlananların İstanbul’dan buraya gelip yerleştiklerini köken anlatıların da gördüm.

 



2-Aydın ve civar köylerine gelenlerin hacılar veya askerler tarafından getirdikleri

 

3- Muğla’da bulunanların Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın torunları olarak adlandırıyorlar kendilerini, çünkü onun maiyetiyle birlikte pamuk işçisi olarak geldikleri söyleniyor.

 

4- Ayvalıka gelenler ise mübadele döneminde Giritten Ayvalık’a gelenler oldukları saptanmıştır.



12 Kasım 2022 Cumartesi

Siyahlara Bakış-2

 


                   

Yine okuldayken bir hocamız vardı, tabi ben herkesin başına artıyorum artık, Afrikalılar geldi mi (?)buraya , kaç kişi gelmişlerdi(?) falan, bir gün Zeki Arıkan  hoca koridorda bağırıyor bana:  “nerdesin seeeen !” diye  - “Ne oldu oldu hocam?”,  sonra bana bu broşürü verdi. “Sessiz bir geçmişten sesler” projesinin broşürü. Afro- Türklerle ve Afro- Türk kavramı ile tanışmış oldum. Böylece araştırmalarıma başlamış oldum.




           

-2009’da ise İzmir Tüyap kitap fuarında tek başına bir tezgah açmış olan Mustafa Olpakla tanışmam ise tam bir dönüm noktasıydı. Onun kırılma noktası ve dernekleşme mücadelesi bizim bugün burada olmamızın yegane sebebidir. O tarihten itibaren Afrika Türk derneği ile birlikte çalışmaya devam ediyorum. Bu kitapta o gün aldığım kitaptı.



-2010 yılında ise “Bozdoğan ve çevresi kültürleri” adlı bir sempozyuma davet aldım ve içimizdeki Afrika adlı bildirimi hazırlamak için Akçay havzası üzerindeki köylerde kısa süreli bir saha çalışması yaptım ve kaynak kişilerle görüşme fırsatım oldu. Eski kervan yolları üzerinde bulunan Amasya köyünde görüştüğüm yaşlı bir teyze, Afrikalıları kastederek “Arapları askerler getiriyordu kızım .”diyordu . Osmanlı’da merkez vilayetlerden Mısır’a, Arabistana, Trablusgarp’a, Fizan’a giden devlet görevlileri, askerler geri dönerken yol masraflarını karşılamak için Afrikalı köle satın alıp, yol üstünde satarlarmış,  bu küçük çaplı köle ticaretinin örneklerinden birisiydi ve benim karşıma Bozdağan’ın Amasya köyünde bir teyzenin ağzından çıkmıştı.



 

 Daha sonra  Kara Ayşe’nin köyüne babamın da doğup büyüdüğü köye gittiğimde ise en büyük şaşkınlığımı yaşadığım.  çünkü beni gören herkes “ sen Arap Hüseyin’in kızımızın” diye soruyorlardı , “evet nereden bildiniz” deyince, “onlar Hacılardın gızım” diyorlardı. “böyle sizin gibi kıvırcık, Arap tek aile onlar vardı bu köyde, oradan bildik”dediler. Önce akrabalarımdan  bir kaç kişi hacca gittiği için böyle bir lakap taktıklarını düşünmüştüm ama değilmiş Osmanlı döneminde Hacıya gidip gelmek zahmetli bir iş. Aylarca devam eden yolculuk bölümünü tamamladıklarını tamamladıklarını ispat edebilmek için, yanlarında köle pazarlarından satın aldıkları Afrikalıları getirirlermiş, belki bizlere Arap vermesini sebebi bu olabilir diye düşünüyorum.


6 Ağustos 2021 Cuma

Batı Anadolu’da Siyahlara Bakış-1


Batı Anadolu’da siyahlara bakışın belleksel perspektifinden bahsedeceğim size, Kendi hikayemden bahsedeceğim.



Babam Hüseyin ama Arap değil! Küçük bir kız çocuğuydum 5-6 yaşlarında olmalıyım, O gün kapının önünde oynarken iki yaşlı amca geldi ve bana dediler ki : Arap Hüseyin’in evi burası mı ben de onlara dedim ki :babam Hüseyin ama Arap değil! sonra dönüp baktığımda, Babam içerden geldi ve amcalarla konuşmaya başladı. Böylece anladım ki babam Arapmış.  Sonra bana dediler ki, O tarlada daha çok çalıştığı için güneşin altında o yüzden daha koyu tenli olmuş ve Arap olmuş diyerek beni teskin etmeye çalışmışlardı. Ama buna niye öfkelendiğimi ve kızdığımı anlayamamıştım.



 -Ta ki 20- 25 yıl sonrasına kadar bu Araplık mevzuu bizim ailenin içinde hep devam eden bir hikaye oldu.Çünkü biz renkli bir aileydik. annemin babası Arnavuttu. Arnavutlar vardı,  karadenizliler vardı yörükler vardı , yani her renkten insan vardı, kuzenlerim arasında kızıl, sarışın, esmer ve ben biraz daha koyu esmer.


- Ta ki 20-25 yıl sonra Ege tarih bölümünde okuyordum; O gün biz ders işliyorduk, Mısır Valisi Mehmet Âli Paşa’nın isyanını işliyorduk. O dönem 1820’li yıllar anlatılıyordu derste. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Afrikalı bir orduyla birlikte Adana’ya geldiğini ve Akdeniz’e kadar uzanan bir bölgeyi kontrol altına aldığını öğrenmiştim. Yanıt buradan gelmişti “Afrikalı bir ordu!”  Mehmet Âli Paşa’nın Sudanlı askerlerden bir ordu oluşturduğunu biliyorduk. O zaman öğrenmiştim. Bu öğrendiğim şey: Babamın anneannesi Kuzguni Arap Kara Ayşe’nin bir Afrikalı olduğu idi. Onun hakkında bildiğimiz ise: Sudan’dan Mısır’a pamuk işçisi olarak geldiği bir oğlan kardeşiyle birlikte daha sonra n Adana’ya geldiği ve kardeşi burada sıtmadan öldükten sonra Nazilli‘nin bir köyü arpaza geldiydim ama buraya nasıl geldiğini bilmiyordum evet kara Ayşe’nin Arap Hüseyin’in ve benim kim olduğumuzu anlayabilmen için Afrikalıların tarihini Anadolu’da ve Mısır’da kurulan devletlerin tarihi Akdeniz’in politik güç dengelerini ve onlarca yüzyıl içinde değişen inanç sistemlerini anlamak ve öğrenmek zorundaydım artık


26 Ocak 2019 Cumartesi

KÜÇÜK MENDERES HAVZASINDA AFRO-TÜRKLER



 Küçük Menderes havzası, coğrafi konumu, verimli ovaları ve ticaret yolları üzerinde olmasıyla kadim zamanlardan itibaren önemli yerleşim yerlerini barındırmıştır. 19. yüzyılda ticari hareketliliğin merkezlerinden biri olan İzmir ve çevresinde bulunan Küçük Menderes havzasında yer alan çiftlikler ve köylerdeki yerleşimlerde, gerek göçler gerekse ticari göçler sebebiyle nüfusunda çeşitlendiği görülür. Yerli nüfus arasında olan Türk, Rum, Ermeni ve Yahudilerin dışında “Sudanlı, Habeş, Bingazi, Mısır ama özellikle Arabistanlı veya Arap[1] olarak anılan zencilerde nüfus kayıtlarında yer almıştır. Doğum yeri Arabistan görülse bile isimlerinin başlarında yer alan “zenci” tabiri, onların kökenleri hakkında daha doğru bilgi verir.
 Nüfus kayıtlarında zenci veya zenciye olan lakaplar, onların ayırt edici olan renklerini tanımlamaktadır. Siyahların Afrikalı olarak değilde Arap veya Arabistanlı olarak adlandırılmalarının sebebi, milliyetçilikle birlikte gelişen ırksal tanımlamaların 18. yüzyıl sonrası modern dünyanın kavramları arasında olmasıdır. Örneğin, ortaçağ Arap dünyasında siyahlar ten renklerine göre milliyetçi aidiyet tanımlamaları içinde görülmemiştir. “Cahiliye dönemi şairleri arasındaki zencilerde Arap şairler arasında sayılıyordu” [2]  Türk İslam medeniyetini taşıyan Osmanlı devleti ve toplumu içerisinde bu gelenekselleşmiş tanımlar varlığını sürdürmektedir. Ancak, 19. yüzyılın ortalarından başlayarak, İzmir ve Ege Bölgesinde artış gösteren Afrikalıların varlığı ve dağılımı, geleneksel esirlik kurumunun dışında değerlendirilmelidir. Günümüzde, Tire, Torbalı ve Bayındır ilçeleri sınırları arasında dağılan Hasköy, Tulum, Naime, Subaşı, Yeniçiftlik gibi köylerde yaşayan, Ege şivesiyle konuşan Afrika kökenlilerin siyah tenlerinde taşıdıkları miras, tarihin değişim çağının tanıklığıdır. Ege Bölgesi ve Akdeniz kıyılarında yoğun olarak yaşan Türkleşmiş Afrikalılar, dünyanın diğer coğrafyalarındaki afro kültürler gibi kendi var oluşlarını, kökenleriyle kurdukları bağ ile yeniden tanımlamaya çalışmaktadırlar. Afro- Türkler’in varlığını geleneksel yaklaşımların dışında değerlendirmek, aynı zamanda 19. yüzyılın değişim sürecinin tarihsel panaromasını görebilmek açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi sonrasında değişen dünya dengelerinin etkileri, geleneksel yapılar üzerinde çatışma alanlarını oluşturmuştur. Bunlardan Afrikalılarla ilgili olan kavramsal yapı ise köle ticareti karşıtlığı üzerinden kurulmuştur. İşte bu zaman dilimindeki yolculuk bizi Ege şivesiyle konuşan Afro- Türkler’in ütopik algısının gerçekliğine götürecektir.
 Kapitalizm ve kölelik arasındaki ilişki, 19. yüzyılın değişim sürecine yön verecek olan önemli bir etkendir. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte emek ve endüstriyel üretim tarzları arasındaki ilişki, köle emeğine değerin gerilemesine sebep olur. Buna rağmen endüstriyel üretimin ve kapitalizmin yayılması dünyada farklı ivmelerle sürmekte ve köle emeği 19. yüzyıl boyunca önemini korumaktadır. Endüstriyel üretimin lideri olan İngiltere’nin bu dönemde üstlendiği rol, dünya dengelerine, politikasına ve sosyal yaşam biçimlerine yön verirken, günümüzün modern dünyasına model oluşturduğu da görülmektedir.
“Bu döneme kadar takip edilen kolonyal politikalar ve köle emeği gereksinimi değişmiş diğer taraftanda sömürge imparatorlukları ve sınırları arasındaki pazarlıklar da kızışmaya başlamıştır. Endüstriyel üretim tarzı içinde iş gücü ihtiyacının kıtalar arası taşınan köle emeğiyle karşılanması daha pahalıya gelecektir. Avrupa’da iç politika dengelerinin değişimi ise işçi sınıfının etkinliğinin artmasıyla birlikte yeni toplumsal düzeni sorgulamaya açacaktır.”[3]
 Köle emeğine son verilmesi süreci, sadece ekonomik değer ölçütüyle ilgili değildir. “Sanayileşmiş ülkelerin toplumsal güçleri, bireysel çıkarın özgürce izlenmesine dayanan bir pazar (ekonomisi) toplumuyla uyuşmaz göründükleri için köleliğe ve serfliğe karşıydılar.”[4]
  Köle karşıtı hareketlerin çıkış noktası, özgürlük ya da bağımsızlık fikirlerinin yükseldiği dönemler ile birlikte görülür. “Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında Quaker’ların kölelik karşıtı söylemleri başlangıç noktasını oluşturur.”[5] Amerika kendisi için bağımsızlık isterken plantasyonlarındaki kölelerin varlığı, kendi söylemleriyle çatışmak anlamına gelmektedir. Fransız Devrimi sırasında da insan hakları, milliyetçilik ve özgürlük söylemlerini destekleyen köle karşıtlığı fikirleri gündeme gelmişse de etkisi sınırlı kalmıştır.
Köleliğin kaldırılmasına yönelik kampanyalar ancak, 1807- 1867 arasında İngiliz iç ve dış politikasına yön veren hareketler arasında yer alır. İngiltere bu süreçte uluslararası sularda ‘köle polisi’ görevini üstlenmiştir. Ayrıca bir devlet politikası olarak bu kampanyalar, uluslararası etik değerlerin ihracında oluşturduğu rol model özelliğiylede oldukça dikkat çekicidir.”[6]

 19. yüzyılda sanayileşmekte olan ülkelerin endüstriyel sınıfların yükselişi bu uluslarında yükselişiyle paralel gitmektedir. “Sanayileşmekte olan Avrupa’lı uluslar, dünyanın az gelişmiş halkları üzerindeki egemenlik alanlarını genişletmek için birbirleriyle o güne dek görülmedik bir rekabet halindedirler. Yalnızca bu ülkeler içindeki sınıflar değil bu toplumların bütünü, yükselmekte ve yayılmakta olan toplumsal oluşumun içindedirler.”[7]
 İmparatorluklarla Fransız ulusu arasında devam eden Napolyon savaşları 1815’te sona erdiğinde, İngiltere dünyanın en modern sanayi ülkesi olma statüsünden kaynaklanan bir küresel ekonomik üstünlüğe kavuştu.
 “1820’lerde dünya nüfusunun yaklaşık % 26’sı İngilizlere ait sayılan topraklarda yaşıyordu. Büyük çapta genişleyen bu topraklar artık dünyanın her yanını sarıyordu; kültürel ve ırksal bakımdan İngilizlere benzemeyen halkların oluşturduğu kalabalık toplumları denetim altında tutmak gerekiyordu. Bu değişikliklerle birlikte İmparatorluğun mahiyetine ilişkin tartışma daha da büyüdü. Birçok reformcuya göre bu ekonomik ve siyasal üstünlüğe ahlaki ve insancıl bir yüce gerekçe eşlik etmeliydi  İnsancıl reformcuların siyasal alandaki endişeleri 19. yüzyıl başlarında oldukça güçlendi. Bu endişelerin kaynağı hem zayıf ve bağımlı kesimlere  – imparatorluk içindeki kadınlar, çocuklar, köleler ve yerli halklar- destek olmakla, hem de Britanya’nın kendisini dönüştürmekle ilgiliydi. Hümanist çevreler ideolojik enerjilerini ilk başta kölelikle ilgili tartışmalara yöneltti. İleri sürülen savlarda bizzat kölelerin ifadelerinin güçlü bir silah oluşturduğu ahlaki gerekçelere dayanmanın ötesinde, özgür emeğin erdemlerini savunan ve sanayileşmiş yeni cesur dünyada köleliğin geriliğini eleştiren bir dil kullandı.”[8]
Osmanlı İmparatorluğunda ise köleliğin kaldırılması düşüncesi kendiliğinden gelişme gösteren bir oluşum değildir. Osmanlı sosyolojisi içinde yer alan harem hayatı ve devşirme sistemi gibi gelenekselleşmiş yapılar sebebiyle kölelik, bağımsız bir kavram olarak tanımlanmamıştır. Köleliğin kaldırılması bu yüzden topyekün gerçekleşmemiştir. Esir pazarlarının kaldırılması veya köle ticaretinin yasaklanması gibi kanunlarla, köle karşıtlarının baskıları giderilmeye çalışılmıştır.
Osmanlı İngiziliz ilişkilerinde ilk defa 1812’de köle ticareti konusu gündeme gelmiştir. Köleliğin kaldırılması için çalışan ‘The British and Foregin Anti Slavery Society’ derneğinin faliyetleri, etkinliği yürütmüştür. Başarıları arasında İngiliz ve Uluslararası Atlantik köle ticaretine karşı alınan önlemler bulunan dernek artık faliyetlerini Osmanlı İmparatorluğunu özellikle vurgulayarak doğudaki İslam ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletmiştir.” [9]
Osmanlı İmparatorluğunda esirlik kurumu, geleneksel islam devletlerinin mirasını taşıyan bir yapıdır. Bu gerekçeyle lonca teşkilatı bünyesinde yer alan esircilik kethüdasının yürüttüğü işler, ne toplum içerisinde ne de devlet yapısında herhangi bir tartışmanın oluşmasına sebep olmamıştır. Doğu köleciğinin görece daha yumuşak olan geçişgenliği de yüzleşilen bu tartışmaların karşısında duran önemli bir savunma gerekçesi olmuştur.

“İngilizler, Osmanlı topraklarında kölelik ve köle ticaretine karşı “bir şekilde” harekete geçmesi için Osmanlı yönetimine ilk kez 1840’ta baskı yaptı. Dışişleri Bakanı Lord Palmerston, İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Lord Ponsonby’ye, aynı yılın Ağustos ve Kasım aylarında olmak üzere iki kez bu doğrultuda talimat göndermişti. Osmanlıların bu talimata uymayı kabul etmemeleriyle, daha doğrusu bu diplomatik girişimler karşısında kayıtsız kalmalarıyla, İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğunda kölelik  ve köle ticaretine müdahalelerinin başlangıç aşaması kapanmış oldu.  Bu konudaki asıl tartışma ise İngiliz- Osmanlı dış politikasının hassas dengeleri üzerine ve Osmanlı köleliğin İngiliz kamuoyundaki algılanışı ve Osmanlı köleliğin yapısına ilişkin konularda değerlendirilmektedir.”[10]
 28 Aralık 1846 tarihinde Sultan Abdülmecid’in emriyle İstanbul Esir pazarı kapatıldı. Bundan sonraki süreçte İngilizlerin öncelikle Afrika köle ticaretinin önlenmesine karşı olan baskıları daha da artacak, Çerkez ve Gürcü köle ticaretinin önlenmesi ise daha rahat bir seyir izleyecektir.
Haziran 1849’da, Orta Afrika’da Çad Gölü’nün batısında bulunan Bornuh bölgesinden toplanan zenci köleler Bingazi’ye doğru yola çıkarıldı. Buradan gemilere doldurularak Osmanlı limanlarına taşınacaklar ve muhtemelen İzmir, İstanbul, Selanik gibi şehirlerde satılacaklardı. Gerçi, 1847’de İstanbul esir pazarının kaldırıldığı ilan edilmişti, ama oldukça karlı bir iş olan köle ticaretinden kimsenin kolayca vazgeçmeye niyeti yoktu. Bornuh’tan yola çıkan kafile Büyük Sahrayı geçemedi. Çölde yolunu şaşıran kervandakiler susuzluktan hayatlarını kaybettiler. 1600 kişinin öldüğü söylenen bu olay her tarafta duyuldu. Özellikle, kölelik karşıtı düşüncelerin yaygınlaştığı bu dönemde Avrupa basını olaya geniş ilgi gösterdi ve olayın sorumlusu olarak gördüğü Osmanlı hükümetine ağır eleştiriler yöneltti. Bunun üzerine Trablusgarp valisi İzzet Paşa ve Fizan Kaymakamı Hasan Paşa ile yazışarak  olayı soruşturan Osmanlı hükümeti, Mayıs 1850’de İngiliz Elçiliğine, olayın bir çeşit kaza olduğunu ölenlerin 35 er ve 180 köle olmak üzere 215 kişiden ibaret olduğunu kurtulan ve Trablusgarb’a gelen köle tüccarlarından suçlu görülenlerin yargılanacağını bildiren bir rapor sundu.”[11]
  1857’de Islahat fermanının ardından Afrikalı köle ticareti tümüyle yasaklanacaktır. II. Abdülhamit döneminde de bu konu gündemden düşmeyecek hatta 1877 yılında 1857 fermanı yenilenecektir. Ancak köleliğin tamamen kaldırılması söz konusu olmadığı için ki en fazla köle sahibi olanların saray ve saray çevresinde bulunması sebebiyle, köle ticaretine yönelik yasaklamaların pek bir etkisi de olmayacaktır. Bu ticareti devam ettiren esirciler ise yasağı delmek için pek çok yol bulmaya devam edeceklerdir.
  1880 yılında ise Siyah köle ticaretinin önlenmesine yönelik Osmanlı ile İngiltere arasında bir Konvansiyon imzalandı. Bu sözleşme'den çıkan sonuçlardan ilki ve en önemlisi:
“Osmanlı Devletinde mevcut köleler için kölelik kurumunun hukuken devam etmesidir. Köleleriyle seyahat edecek efendiler her bir köle için' onların kimlik ve özelliklerini gösteren bir belge bulundurmak zorundaydılar. Elinde, yanında taşıdığı kölesi için onun köleliğini belirleyen belge bulunduran efendinin kölesine el konmamaktadır. İkinci önemli sonuç, bu sözleşme ile ülkede köle ticaretini yasaklayan 1273 (1857) tarihli fermana atıf yapılarak; bu fermanın koyduğu, "ülkeye zenci köle sokulması yasağına, Osmanlı topraklarındaki zenci kölelerin yurt dışına çıkarılmaları yasağının da eklenmiş olmasıdır. Yani zenci kölelerin ülkeye taşınmaları ve ülkeden çıkarılmaları engellenerek, zenci köle ticaretine kesinlikle son verilmek istenmiştir. Nitekim aynı amaçla, köleleriyle seyahat eden efendilerin, kölelerine dair belge ibraz edememeleri halinde, kölelerinin ellerinden alınarak azatlanacağı hükmü konmuştur. Bu sözleşmenin dikkat çekici noktalarından biri de, İngiliz gemilerince Osmanlı gemilerini kontrol etme yetkisinin tanınmış olmasıdır.[12]
   Osmanlı Devletinin köle ticaretinin engellenmesi konusunda taraf olduğu ikinci anlaşma, 1889 Brüksel Konferansı sonunda imzalanmıştır. 18 Kasım 1889 tarihinde Brüksel'de toplanan uluslararası konferans sonunda imzalanan umumi senedle Afrika'dan yapılan köle ticaretinin engellenmesi kararlaştırılmıştır. Almanya, Avusturya-Macaristan, Kongo, Belçika, Danimarka, İspanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Büyük Britanya, İtalya, İran, Hollanda, Rusya, Portekiz, İsveç-Norveç ve Zanzibar ile birlikte Osmanlı Devleti de bu protokole imza koymuştur. Taraflar, 2 Temmuz 1890 günü Afrikalı köle ticaretinin bastırılması kurallarını getiren Bürüksel Kararnamesini imzaladılar. II. Abdülhamit Haziran 1891’de kararnameyi onaylamayı kabul etmiştir..  
Osmanlı Hükümeti bu yılın başında Afrikalı kölelerin azat edilmesini hızlandırmak ve onların gereksinimlerini karşılamak için bir program başlattı. Bu program, azatlı kölelerin kötü durumları hakkında İngilizlerin sürekli yakınmaları üzerine başlatılmıştı. Azatlı köleler için İstanbul, İzmir, Trablus, Cidde, Bingazi ve Hudeyde’de misafirhaneler kurulması düşünülmüştü. Köleler bu misafirhanelerde barındırılacak, beslenecek ve yeniden köleleştirilmeleri engellenecekti. Ana misafirhane İzmir’de inşa edilecek ve buraya diğer misafirhanelerden azatlı köleler gönderilecekti. Bunlar İzmir’den, Aydın vilayetinin çeşitli yerlerine tedrici olarak yollanacak, kendilerine işlemeleri ve yerleşmeleri için toprak verilecekti.[13]
1891 sonrası azatlıların İzmir ve çevresinde yerleştirilme sorunlarına bakacak olursak, Osmanlı hükümeti ile Aydın valiliği arasında 1891 yılı başlarından 1893 yılı ortalarına kadar süren yazışmalarda, İzmir zenci köle misafirhanesi ve azat edilen kölelerin durumuna ve bu süreçte yaşananlara ilişkin, ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir.
“Aydın Valisi, Dâhiliye Nezaretine gönderdiği 13 Ocak 1891 tarihli yazısında; azad edilen kölelerden erkeklerin sanayi mektep ve taburlarına, askeri bandolara, kadınların ise maaş karşılığı hizmetçi olarak İslam hanelerine yerleştirilmesi ve isteyenlerin birbirleriyle evlendirilerek kendilerine ev ve arazi verilmesi konusunda çıkarılan irade doğrultusunda gerekli araştırmayı yaptığını belirtiyordu. Yazının devamında, uygun arazinin defterinin düzenlendiği, azat edilen zencilerin evlendirme ve iskân işlerine değin kalacakları misafirhane konusunda, İzmir’de Karantina semtindeki Mekteb-i Sanayi binası bitişiğindeki Mekteb-i Sultani binasının halen öğrencisizlik sebebiyle boş olduğu ve bu binanın sanayi mektebine verilmesi halinde sanayi mektebinin de zenci misafirhanesi olarak 200 kişiyi barındırılabileceği ve misafirhane yapılması için başka bir masrafa gerek kalmayacağı, evlendirilecek ve tarım alanlarında iskân ettirilecek zenciler için 1500 kuruş ev, 1500 kuruş öküz, tarım araçları ve diğer mefruşat giderleri olmak üzere hane başına toplam 3000’er kuruş gerektiği ancak şimdiden ne kadar zenci geleceği bilinmediğinden, yapılacak masrafın tahmin edilemediği bildirildi.”[14]
   İstanbul ve diğer bölgelerden de azatlıların gelmesiyle birlikte, bu sayının ne kadar olduğu belli olmadığı için, Aydın vilayetinin iç kesimlerine doğru toprağı işlemek üzere ne kadar nüfusun yerleştirildiği de bilinmemektedir. Ne var ki günümüz Türkiye’sinde tarımla uğraşan zenci toplulukların, yalnızca, eski Aydın vilayeti topraklarında ve Küçük Menderes Ovasında Bayındır, Tire ve Torbalı gibi kasabalar ve çevresinde bulunduğu görülmektedir.  Bu arazilerin çiflikatı humayun arazileri olduğu bilinmektedir. “Ayrıca ‘bir zenci ile bir zenciyenin izdivacı sağlanarak’ İzmir ve çevresinde ‘arazi-yi miriyeden iskâna müsait mahaller tedarik edilerek’ tarımsal üretim etkinliklerine katılımlarının sağlanmasına çalışılmıştır.” [15]
 Küçük Menderes havzası içine yerleştirilen azatlılar veya kölelerin bölgedeki çiftliklerde çalıştığına dair bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı hükümetinin aldığı önlemlere, çıkarttığı yasalara ve bölgedeki İngiliz kavaslarının raporlarına, şikayetlerine rağmen Afrika köle ticaretindeki patlama ve zirve noktası 19. yüzyılın ortalarında yaşanmış ve kontrol edilemeyen bu ticaret, 20. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. “Tire Şeriye sicilindeki bir kayıtta kölelikten azat edilen bir zencinin, 1854 yılında İzmirli köle tüccarı adına, ‘İzinli Köle’  Abdullahoğlu Reşit tarafından Tire Yeni Han’da bu ticareti yürüttüğü belirtilmektedir. Belge’de İzinli Köle’nin bu arada öldüğü bilgisi de verilmektedir.” [16]
 Küçük Menderes Havzasında çiflikat-ı hümayun arazilerine yerleştirilen Afrikalıların buraya gelişlerini üç döneme ayırabiliriz. İlki, 1891 Brüksel Sözleşmesi sonrası hükümetin uygulamaya çalıştığı azatlıların yerleştirilmesi programı olmalıdır. Tabi öncesinde çiftliklerde çalışan kölelerin olup olmadığını tesbit edebilmek oldukça güç olsada, “örneğin: 1869 yılı Temmuz ayında Aydın ve Tire’de çok sayıda kölenin satışa çıkarıldığını öğrenen İngiliz konsolosluğu elinde kanıt olmadığı için valiye başvuramadığını bildiriyordu.”[17] kuvvetle ihtimal ki vardır, onları da köle ve azatlılar olarak ilk dönem gelenler içinde saymak gerekir. İkincisi, 1912 Trablusgarp savaşı sonrasında Osmanlı vatandaşı olan yerlilerin göçüyle ya da Balkan savaşı sonrası göç edenlerle birlikte gelen köle veya azatlılar olarak değerlendirirsek, son olarak da Lozan Anlaşması sonrasında mübadeleyle birlikte gelen aileler arasında bulunan köleler veya azatlılar olarak sıralamak mümkün gözükmektedir. Özellikle Tulum, Naime, Yeni Çiftlik, Hasköy, Subaşı gibi köylerde bulunanlar ve günümüzde ırksal özelliklerini koruyan siyahi Afro- Türklerin geçmişten günümüze tanıklıkları, Ege Bölgesine ve Antalya’ya yayılan Afrika kökenlilerin dış evliliklerle kaybolan ırsal özellikleri ve tamamen unutulmuş olan köken bağları dışında, Muğla’da bir arada kalabalık bir diğer nüfus olarak bulunan Mısır Hıdivi Abbas Paşanın maiyetiyle gelip burada kalıp yerleşenlerle birlikte tek örnektirler.
“Torbalı 1904 tarihli nüfus yazımındaki Arap ve Afrikalı vatandaşlarımıza ait bir çalışma, bize bu bölgeye yerleştirilenler hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bu kayıta göre, dokuz Arabistan doğumlu hane, beş Sudan doğumlu hane, iki Mısır Doğumlu hane, bir Habeşistan doğumlu Hane, dört Tunus doğumlu hane, on üç Trablusgarp, Bingazi, Derne doğumlu hane, iki hanede, ülkesi kesin olarak tespit edilemeyenler olarak görülmektedir.”[18]
 Sivilizasyon, milliyetçilik, demokrasi veya günümüzde kimyasal ve nükleer silah karşıtlığı üzerinden yürütülen uluslararası denge ve baskı araçlarının ilk defa köle karşıtı kampanyalarla ortaya çıktığı görülmüştür. Üretim tarzındaki değişimlerin etkilediği ekonomik pazar ilişkileri, dünyanın giderek küçülmeye başlamasında atılan adımların sebeplerini oluşturmuştur. Küçük Menderes Havzasına savrulan Afrikalı köleler veya azatlıların, modern dünya politikalarının etkilerinin somutlaştığı ilk örnekler arasında yerini aldığı görülür. Tarihin suskun yüzlerinin görünür olmaları günümüz dünyasını ve geleceği doğru anlayabilmek açısından önemlidir. Bu yüzden Tire, Torbalı, Bayındır ilçelerinde, köylerinde yaşanan bütünleşmenin derinliği ve hoşgörüsü dikkatleri üzerine çekmeye hak  etmekte ve etnisite araştırmalarına barışçıl bir gözlükle değerlendirebilmeyi mümkün kılmaktadır.



KAYNAKÇA:

-Abdullah Martal,  Belgelerle Osmanlı Döneminde İzmir,Yazıt Yay., 2007, İzmir


-Abdullah Martal, “Afrika’dan İzmir’e : İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi”, Kebikeç, 2010

-Bernard Lewis, Ortadoğuda Irk ve Kölelik,Truva yayınları,İstanbul,  2006

-Chaim D. Kaufmann and Robert A. Pape, “Explaning Costly International Moral Action: Britain’s Sixtiy – Year Campaign aganist the Atlantic Slave Trade, International Organization,” Vol. 53, No. 4 (Autumn, 1999)

-Cihan Özgün, İzmir ve Artalanında Tarımsal Üretim ve Ticareti (1844-1914) ,  Yök Tez Arşivi, Doktora Tezi, 2011, İzmir

 -Ehud R. Toledeno, Osmanlı Köle Ticareti, 1840-1890,Tarih Vakfı Yurt yay., 2001,İstanbul
         
-Gülnihal Bozkurt, “Köleliğin Yasaklanmasına Dair İki Belge”, Ankara Üniversitesi Otam, S.1

- Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu, 1800-1909, Kitap Yay.,2004,İstanbul

- Hobsbawm Eric, “Sermaye Çağı, 1848-1875”, Dost Kitabevi, 2017

- Munis Armağan, Ege Tarihi Coğrafyası, Özden Ofset,2009,İzmir

- Necat Çetin – Mustafa Bilgehan Şimşek, “Nahiyeden Kazaya Torbalı’da Nüfus ve Yerleşim (1905-1932)”, www.academia.edu

- Necat Çetin,  TORBALI 1320 Rumi/1904 Miladi NÜFUS YAZIMINDAKİ ARAP ve AFRİKA KÖKENLİ VATANDAŞLARIMIZ, yayınlanmamış özel arşiv belgesi

- Norbert  Elıas, Uygarlık Süreci, Cilt 1,İletişim Yayınları, 2017

- Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, 2008, İstanbul

-Philip McMichael  ,“Slavery in Capitalism: Capitalism: The Rise and Demise of the U. S. Ante-Bellum Cotton Culture, Theory and Society”, Vol. 20, No. 3, Special Issue on Slavery in the New World (Jun., 1991)

- Robert Aldrich, Emperyal Çağ, Oğlak yay, İstanbul, 2008











[1] Necat Çetin – Mustafa Bilgehan Şimşek, “Nahiyeden Kazaya Torbalı’da Nüfus ve Yerleşim (1905-1932)”,s, 36-38, www.academia.edu
[2] Bernard Lewis, Ortadoğuda Irk ve Kölelik,Truva yayınları,İstanbul,  2006, s. 57-58
[3] Philip McMichael  ,“Slavery in Capitalism: Capitalism: The Rise and Demise of the U. S. Ante-Bellum Cotton Culture, Theory and Society”, Vol. 20, No. 3, Special Issue on Slavery in the New World (Jun., 1991) pp. 321-349,s,323

[4] Hobsbawm Eric, “Sermaye Çağı, 1848-1875”, Dost Kitabevi, 2017,  s. 204

[5] Chaim D. Kaufmann and Robert A. Pape, “Explaning Costly International Moral Action: Britain’s Sixtiy – Year Campaign aganist the Atlantic Slave Trade, International Organization,” Vol. 53, No. 4 (Autumn, 1999), pp. 631-668, 661

[6] Chaim D. Kaufmann and Robert A. Pape, a.d.m., s.661
[7] Norbert  Elıas, Uygarlık Süreci, Cilt 1,İletişim Yayınları, 2017, s. 28

[8] Robert Aldrich, Emperyal Çağ, Oğlak yay, İstanbul, 2008, s.140-141

[9] Ehud R. Toledeno, Osmanlı Köle Ticareti, 1840-1890,Tarih Vakfı Yurt yay., 2001,İstanbul, s.78

[10] Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu, 1800-1909, Kitap Yay.,2004,İstanbul, s.92

[11] Abdullah Martal, “Afrika’dan İzmir’e : İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi”, Kebikeç, 2010
[12] Gülnihal Bozkurt, “Köleliğin Yasaklanmasına Dair İki Belge”, Ankara Üniversitesi Otam, S.1,s.50

[13] Ehud Toledano, a.g.e., s. 204-205
[14] Abdullah Martal,  Belgelerle Osmanlı Döneminde İzmir,Yazıt Yay., 2007, İzmir, s: 89, 90

[15] Cihan Özgün, İzmir ve Artalanında Tarımsal Üretim ve Ticareti (1844-1914) ,  Yök Tez Arşivi, Doktora Tezi, 2011, İzmir,s.158
[16] Munis Armağan, Ege Tarihi Coğrafyası, Özden Ofset,2009,İzmir,  s. 50-51

[17] Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, 2008, İstanbul, s.76-78
[18] Necat Çetin,  TORBALI 1320 Rumi/1904 Miladi NÜFUS YAZIMINDAKİ ARAP ve AFRİKA KÖKENLİ VATANDAŞLARIMIZ, yayınlanmamış özel arşiv belgesi

25 Ekim 2018 Perşembe

Afrika Mirası



Çocukluğumuzun Yeşil Çam filmlerinde görünen, garip konuşmalarıyla hafızalarımızda yer edinmiş olan Arap Bacılar kimlerdi? Kimdi “gündüz feneri”? Gözlerimizin perdesine bir değip bir kaybolan bu siyahî suretlerin hikâyesi nerde başlayıp nerde biter bilmeyiz ama onların koyu renklerinin gölgesi olmasa bir eksiklik hissederiz sanki. Karagözde Hacivatın kölesi, Çelebinin lalası, masal ve halk hikâyelerindeki hızır gibi darda olanların imdadına koşan “Of-Arap” ya da “Of lala’lar” yahut Köroğlu hikâyelerindeki kahramanların üstün gücüne pes edip onlarla dost olan Koca-Arap veya Arap-pehlivanlar kimdi? Yağmur yağarken seller akarken camdan bakan Arap kızı, içeriyi mi seyrediyordu yoksa dışarıyı mı? Sonu gelmez bu soruların cevabı: Bir toplumun tarihinin suskun sayfalarında unutulmaya bırakılmış köle ticaretinin, Afrikanın çocuklarının taşıdıkları mirastır. Onlar Arap değildi  Afrikalıydı, belki kendileri bile geldikleri kıtanın adını bilmiyorlardı. Genelikle Arabistan toprakları üzerinden geldiklleri için onlara Arap denmiş olmalı. Doğdukları topraklarla, aileleriyle hiç bir bağı kalmayan bu insanlar yüreklerindeki yaraları suskunluklarına gömüp öylece geçip gitmişlerdi bu hayattan. Bir tek renkleri kalmış Anakaradan yadigar, ona da Arap demişlerdi. 
   İçimizdeki Afrikalıların hem Türk kültürü içindeki yerleri hem de onların Türk kültürüyle bütünleşme süreçleri tarihsel olayların iç içe geçmiş ilişkilerinin bir sonucudur. Türkçede genellikle konuşma dilinde “zenci” anlamında “Arap” kelimesi kullanılır. Kelimenin asıl anlamıyla “Arap” olanlar ise “Ak Arap” olarak adlandırılır.[1] Afrikalıların insanlık tarihinin erken zamanlarından itibaren köle ticareti yoluyla dünyanın farklı coğrafyalarına dağıldıkları bilinmektedir. Bu insanlar sonraki hayatlarında ise yaşadıkları ülkelerin tarihleri ve kültürleri içinde kendilerine özgü yerlerini almışlardır. Bu farklı ülkeler ve kültürler içindeki Afrikalılar yahut onların torunları, sayısal yoğunlukları, etkinlikleri veya bütünleşme süreçleriyle, yaşadıklarıyla bağlantılı olarak aidiyetlerini sürdürmüşler yahut kendilerine özgü bir alt kültür oluşturmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde köle olarak Anadolu’nun şehirlerine, kasabalarına veya köylerine gelen Afrikalılar bütünleşme süreçlerinde kendi kültürlerine ait öğeleri neredeyse tamamen terk etmiş ve Türkleşmişlerdir.[2] Günümüzde ise Afrika kökenliler hiç bir şekilde Afrika ile bir bağ kurmayıp belki de kendilerine Arap denilmesi ile ilişkili olarak Arabistan’la yahut Arapçayla ilgili bir bağ daha fazla kurmaktadırlar. Kendileriyle Afrika arasında bağ kuranlar ise son yıllarda genç nesiller arasında ortaya çıkmıştır. Çok milletli bir İmparatorluk olan Osmanlı içinde köle veya azatlı Afrikalıların efendileriyle ilişkileri aile bünyesinde bir yere sahipti. Osmanlı kölelik sistemini, kölelik sınıflandırmasında “açık kölelik” sistemi, olarak değerlendiren kölelik üzerine çalışan tarihçiler, bu sistemi Amerika’nın boşluğa izin vermeyen “kapalı kölelik” sisteminden ayrı tutmuşlardır.[3] Açık kölelik sisteminde, köleler bir süre sonra azat edilerek özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Bu durum  Osmanlı döneminde Afrikalı kölelerin Türk kültürüyle bütünleşme süreçlerini hızlandıran bir etken olarak görülmektedir. Toplum içindeki ilişkilerde de hem Osmanlı dönemin de hem de Cumhuriyet döneminde birbiriyle bütünleşmiş bir yapının kabullenilmiş olmasında ekonomik faktörlerin etkisi de önemlidir. Çünkü azatlık müessesesi klasik dönem Osmanlı tarihinden Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiş ve azatlanan Afrikalılar bu toplumun içinde bir üye olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Ekonomik hayat içinde toplumsal yapıyla daha geniş ilişki kurmayı ve yer almayı başarabilmişlerdi.  Bir anlamda “öteki” dahi olmadan bir bütünleşme sürecine girilmiş olunmaktaydı. Öyle ki gerek XIX. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı Devletinde ki gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde ki nüfus kayıtlarında zencilerin, cemaat olarak ayrılmaması ve Türk olarak değerlendirilmiş olması da bu durumu gösteren bir örnektir.[4] Bu anlamda bütünleşme aşamasında “öteki” kimliğinin din değiştirerek, o toplumdan biriyle evlenerek, sosyal statü değiştirerek dönüşüme uğradığı ve artık içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olduğu belirtilebilir.[5] Bu sonuç bizi Afrikalı kölelerin yeni ailelerinin içinde yaşadıkları sürece kadar götürecektir. Bütünleşme sürecinin belki de başladığı adres aile birimi içindeki vazgeçilmez yerleri olacaktır.
      Türk toplumu açısından ise bu içselleştirme eğiliminin kaynağı kendi geleneksel toplum yapısında aranmalıdır. Türk kültürünü oluşturan asıl unsurlardan biri olan bozkır göçebe kültürünün kölelik kurumuna yaklaşımı bize bu konu üzerindeki gelenekselleşmiş anlayışı gösterir. Eski Türklerin göçebe hayat tarzları ve savaşçı yapıları köleliği, kast sistemindeki gibi keskin sınırlarla ayrılmış bir sınıf olarak algılamalarını engellemiştir.  Çünkü özgürlüklerine düşkün olarak bilinen bozkır kültürlerinde insanlar köle işgücü yerine, hayvanların veya atın kullanılmasını tercih etmişlerdir. Göçebe Türk kavimlerinde kölelik, gerçek anlamı ile kurumlaşmış bir kölelik ve her türlü haklarından mahrum kalan kölelerden ziyade tutsaklık anlamında ifade edilmek istenmiş, savaşta yenilen toplum üyeleri siyasî haklarını kaybetmiş ve bazı medenî haklarından yoksun bırakılmışlardır.[6] Türkler bu ayrıştırıcı olmayan gelenekleri içinde zenci-Araplara da kültürel yaşamlarında, masallarında, halk hikâyelerinde veya oyunlarında yer vermişlerdir. Örneğin Anadolu köy seyirlik oyunlarının çoğunda –Arap Oyunu gibi-  Arap en önemli kişilerden biridir. Bu türde olan çeşitli oyunların, eski çağların ürünlere bereket sağlama törenlerinin izlerini taşıdığı da söylenir. [7] Ege Üniversitesi Halk Müziği bölümünde Öğretim Üyesi ve Halk Kültürü araştırmacısı olan Abdürrahim Kardemir’le yaptığımız söyleşide bize bu oyunları şöyle anlattı: “Anadolu’da dramatik unsurlu oyunlar bir hayli var. Bunlar temelde benzerlikler gösterse de uygulandığı her kültür çevresinde biri birinden farklı ve her uygulandığında, her icra edildiğinde yine farklılıklar gösteriyor. Bunların içerisinde “Arap” halk tarafından sevilen, tutulan bir öğe, bir tipleme. Bunun Osmanlı döneminde, biliyorsunuz Osmanlı’nın sınırları çok genişti ve onun Afrika’dan da vatandaşları vardı. Özellikle Anadolu insanının zenci insanlara duyduğu ilgiden, onlarda bir gizemlilik, bir kutsallık, buna benzer bir takım  yaklaşımlarla onları daha farklı gördüğünden, bu dramatik unsurlu oyunlarda onları her zaman kullanmış.
Arap Oyunu nasıl oynanırdı: Onların makyaj malzemesi yok ellerinde, ateşte kullanılan haranı, dığan ve başka kapların isleriyle yüzlerini tamamen boyuyorlar  böylece o zenci rolünü üstleniyorlardı. Egenin, Aydının köylerinde Araplardan,  dramatik unsurlu oyunlar içerisinde çokça var ve halk tarafından ilgi görüyor. Bu oyunlar da Arapların asıl görevi, arada bir görünüp kaybolmak değil, bu oyunları yönetmek ve asayişi sağlamaktır. Oyunda beş tane Arap birden oluyor, ellerinde sopaları falan oluyor. Bu seyirlik oyunların esas yapısı gereği orada bulunan herkesi ilgilendiriyor. Bir kısmı oyuncu bir kısmı seyirci değil. İzleyicilerde oyunlara katılıyorlar, zaman zaman oyunculara sataşıyorlar, laf atıyorlar ve o arada Araplarda müdahale ediyor veya onlarda sataşıyorlar böylece izleyici- oyuncu kaynaşması oluyor. Bu oyunlarda hem güldürmek için komedi unsurlu hem de düşündürücü o halkın dertlerini, sıkıntılarını konu ediyorlar. Burada asıl olan, Osmanlı döneminde, Osmanlı vatandaşı olan Afrika vatandaşlarına duyulan sevgi, saygı, hayranlık ve onlarda görülen gizemliliği oynamaya çalışıyorlar.” Belki de Türk kültüründeki Ak ve Kara karşıtlığının simgesel yanı yüzlerini kazan karasına boyamalarına ve Arap canlandırmalarına yansımış olabilir. Kısacası, Afrikalıların Türk toplumu arasında bir zenci ayrımcılığına maruz kalmamaları pek çok derinlikli etkene bağlanabilir.
     Osmanlı topraklarına gelen Afrikalıların doğdukları topraklarda ise kölelik, bilinen en eski uygarlıklardan beri yerleşmiş bir kurumdu ve ayrıca köleler kıtanın ticaretinde gelişmiş bir ihraç malzemesiydi. XIX. ve XX. yüzyılda dahi kıtanın iç bölgelerinde yaşayan kabilelere düzenlenen baskınlar ile köle temin ediliyor ya da kıtlık dönemlerinde açlık, insanların kendilerini veya yakınlarını köleleştirmelerine sebep oluyor, ayrıca kabileler arası savaşlarla birlikte sürekli bir köle kaynağı haline gelen Afrika’nın siyah çocukları dünyanın farklı coğrafyalarına dağılıyordu. Coğrafi keşiflerin ardından başlayan yeni dünya düzeninin ilk zamanlarında,  Batı Afrika deniz kıyıları Avrupalılara satılmak üzere önemli sayıda köle sağlamıştır; ancak artan taleple birlikte, Afrikalılar köle tedariki konusunda kıtanın iç bölgelerine de başvurmak zorunda kalmışlardır.[8] Osmanlı topraklarına gelen köleler ise çoğunlukla doğu Afrika kıtasındandır. Türklerde köleliğin kurumlaşma sürecinde ise yerleşik hayata geçmeleri ve İslam dinini kabulleri etkili olmuştur.[9] Bu aşamadan sonra Osmanlı köleliği içinde etkin olan anlayış ise İslami geleneğin çerçevesinde değerlendirilecek hatta “köleliğin kaldırılması” sürecinde İngilizlerin baskısını aile hayatlarına ve hareme bir müdahale olarak algılayacaklardır. Çünkü Osmanlı sosyolojisi içinde köleler ailenin ayrılmaz bir parçasıdır. Değişen dünya düzeni içinde klasik dönem Osmanlı geleneksel anlayışlarının kölelik üzerine yaklaşımları da farklılık göstermiştir. Özellikle Sanayi devrimi sonrası gelişim gösteren kapitalist üretim ilişkileri içerisine Osmanlının girişi 19. yüzyılın başlarından itibaren daha somut olarak görülmektedir. Bu durumun en belirgin örneği ticari tarımın geliştirilmeye çalışılması ve buna bağlı olarak doğan iş gücü ihtiyacının çeşitli yöntemlerle sağlanmaya çalışılmasıdır. Birbirinden farklı sebeplerin oluşturduğu koşullar gereği bu dönem içinde ki Afrika köle ticareti hacmi klasik dönem Osmanlı geleneğinin oldukça dışında olduğunu göstemektedir.     
19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, Osmanlı’ya uzanan zenci köle ticareti hacminin doruk noktasına ulaşır.[10] Bu durum değişen siyasi ve ekonomik gelişmelerinde bir sonucudur. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hâkimiyeti döneminin Afrika köle ticaretinin artışıyla doğrudan ilgisi vardır, özellikle 1820-22 sonrasında Sudan’ın ele geçirilmesiyle birlikte, sözü edilen artışın yaşandığı dönem üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. 1819- 1820 arasında Mehmet Ali Paşa Sudan ticaretinde kendi tekelini oluşturdu ve Kahire pazarını da ele geçirdi.[11] Bunun yanı sıra, Kırım savaşı sonrası yaşanan Çerkez göçüyle birlikte de bu artış devam etmiştir. Çünkü Çerkezler arasında tarım köleliği de yaygındı ve bu durum siyah köle talebinin de artmasına yol açmıştı. İzmir limanının bu dönemde gösterdiği ticari hareketlilik ve Batı Anadolu’da görülmeye başlanan ticari tarım ve çiftliklerde ki işgücü açığının da bu dönemde yaratmış olduğu talep siyah köle ticareti hacmi üzerindeki etkisi olabileceğini de düşündürüyor. Bu konuda talebin oluşturabileceği etkiyi tespit etmek güç olsa da sonuçta bu bölgeye gelen Afrikalıların azatlı da olsalar çalışma alanları çoğunlukla bu çiftliklerdi. Afrika’da bir arz piyasası olduğu sürece ve Osmanlı piyasasında da oturmuş bir talebin olması bu ticaretin devamını oluşturmaya yeterli gerekçelerdi. 19. yüzyılın son çeyreğinde Afrika’dan Osmanlıya taşınan kölelerin torunları bugün Afro- Türklerin nüfusunu oluşturmaktadır. Çünkü bu dönemde gelen kölelerin azatlanması sonrası yerleştirildikleri bölgelere bakıldığında bugün Afro- Türklerin yaşadığı yerler olduğu görülür. Ayrıca o dönemdeki en büyük misafirhanelerden birinin İzmir’de olması ve İzmir’e yerleşen Afrikalılar’ın Türk mahallerinde görülen yoğun nüfusları ve bu dönemde kutlanmaya başlayan “Dana Bayramı” neredeyse dönemin tanıklığını yapan tek  miraslarıdır.
Anakara Afrikadan Anadoluya yapılan tarihin unutulmuş bu yolculuğu torunları tarafından tekrar keşfediliyor. Mustafa Olpak’ın bir araya getirdiği ve Afrikalılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği çatısı altında buluşturduğu Afro-Türkler artık kendi miraslarına sahip çıkmaktadır. Dana Bayramları artık uluslararası bir buluşmaya, farklı kültürlerin derinliklerinin ortaya çıkarılmasına ve birlikte varolmanın etkileşimlerini anlamaya hizmet etmektedir. Mustafa Olpak’ın başarmış olduğu bu buluşmalar geçmişin suskunluğuna çığlık olmuştur. Bu yüzden Mustafa Olpak her daim sevgiyle hatırlanacak. Her bir araya gelişlerimizde, buluşmalarımızda ve Afrikalı atalarımızın bize bıraktığı miraslar arasında en güzel gülümseme onun olacak. Biz keşfetmeye, farklı kültürler içindeki Afrika kökenlilerle buluşmaya ve onların deneyimlerini tanımaya devam ettikçe daha yaşanabilir bir dünya umutlarımız taze kalacaktır. Kölelik tarihinden günümüz kültürlerinin buluşmasına uzanan çalışmaların dünya barışına sağlıyacağı katkı büyük olacaktır. Tüm acı çığlıkların açtığı yaralar sarıldığında dünyanın adı barış olacaktır, umuduyla.
Fatmagül Kırcı  
Tarih Uzmanı



[1] Boratav, Pertev Naili, Türk Folkloründe Zenciler, Folklor Ve edebiyat üzerine, 1982, syf: 120
[2] Durugöl, Esma, The Invisibilitiy of Turks of African Origin and the Construction of Turkish Cultural, Journal of Black studies, Vol.33, No: 3, (Jan, 2003), pp. 281-294
[3] Madeline, C. ZILFI, Osmanlıda Kölelik Ve Erken Modern Zamanda Kadın Köleler, Osmanlı Ansiklobedisi., syf:474
[4] Güneş, Günver, Mazara Mazara Gambeta, Kölelikten Özgürlüğe İzmir Zencileri ve Dana Bayramı, Türkiye Kültürleri, syf 192
[5] Parlak, Betül; Bir “Ötekilik” Deneyimi olarak Kölelik, Tarih ve Toplum, Aralık 2003, syf:  63
[6] Kafesoğlu, İbrahim, “Kültür ve Teşkilat” Türk Kültürünü Araştırma Ens. Türk Dünyası El Kitabı, Ankara, 1976, syf: 759
[7] And Metin, Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü, İst., 1962, syf: 43
[8] Baran, Şafak, Felsefenin Gözünde Kuranda Kölelik ve Cariyelik, 2006, yayınlanmamış doktora tezi, syf:167
[9] Baran Şafak, aynı eser, syf:186
[10] Toledeno, Ehud R. 1840-1890, çev: Y.Hakan Erdem, Tarih Vakfı Yurt yay. 2. Baskı, Ekim, 2001 s:76
[11] Baer, Gabriel, Slavery in nineteenth century Egypt, The Journal of African History, Vol. 8, No. 3 (1967), pp. 417-441, s: 429